28 Ağustos 2007 Salı

Körfez Savaşı 1990-1991-SAVAŞA HAYIR




Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin ardından devreye giren Batılı güçler diplomatik yollardan Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlayamayınca BMGK Irak’a karşı kuvvet kullanımını düzenleyen 678 nolu kararı almıştır. Bu karara göre; “BM’nin tüm çabalarına rağmen üzerine düşeni yerine getirmeyen Irak’ın eylemlerine karşı barış ve güvenliğin yeniden sağlanması için BM gerekeni yapacaktır. Bu çerçevede, BM Anlaşması’nın VII. Bölümünde açıklanan kolektif güvenlik sistemi devreye sokulacaktır. Bu nedenle 15 Ocak 1991’e kadar Irak’ın Kuveyt’ten çekilmemesi durumunda üye devletlerce Kuveyt hükümeti ile işbirliği yapılarak barış ve güvenliğin sağlanması ve 660 ve ona bağlı kararlardaki koşulların yerine getirilmesi için tüm gerekli araçların kullanılması yetkisinin verildiği açıklanmıştır.” 1991'in Ocak ayında uluslar arası gücün, Saddam Hüseyin'i ve kuvvetlerini Kuveyt'ten çıkarmak için güç kullanacakları kesinleşmiş, 12 Ocakta Washington'da ABD Senatosu savaş kararını onaylamış ve 16 Ocak 1991’de savaş başlamıştır. Batılı ülkeler Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkarmak için üstün teknolojiye sahip bütün modern silahları, akıllı bombaları ve radara yakalanmayan uçakları ile Bağdat'ı vurmaya başlamış, ABD ve İngiliz uçak gemilerinden ateşlenen füzelerin ardından Suudi Arabistan’dan ve diğer bölgelerden kalkan uçaklar ve helikopterler Irak’a ait bütün mevzileri vurmaya başlamıştır. 678 sayılı Güvenlik Konseyi kararı uyarınca 17 Ocakta başlayan hava saldırıları 24 Şubatta kara harekatına dönüşmüştür. Irak’ın 27 Şubatta çekilmeye başlaması ile Körfez Savaşı sona ermiştir.

Savaş sırasında 46 tümeni etkisiz hale getirilmiş olan Irak, 85,000-100,000 arasında ölü ve 175,000 esir vermiştir. Koalisyon güçleri ise sadece 148 asker kaybetmişlerdir. Yaklaşık 205,500 Iraklı sivil de Körfez Savaşı ve savaş sonrası kargaşa sonucu ölmüştür. Bu ölümlerin 35,000’i savaş sonrası sivil çatışmalarda, 111,000’i altyapının imha edilmesi gibi savaşın yan etkileri sonucu gerçekleşmiştir.

Savaşın Irak’a maliyeti 200 milyar doları bulurken Kuveyt’e verdiği zarar 100 milyar dolar civarındadır. Amerikan Savunma Bakanlığı yetkililerine göre savaşın askeri maliyeti 75 milyar dolar civarında olmuştur. Bunun 50-55 milyar dolarlık bölümü müttefiklerce, 20-25 milyar dolarlık bölümü ise Amerika tarafından karşılanmıştır.

Körfez Savaşı, gerek savaşan askerlerin ölümü, gerekse savaş sırasında kullanılan seyreltilmiş uranyum gibi maddelerin anlık ve uzun vadeli etkileri dolayısıyla Irak halkının can emniyetine büyük zararlar vermiştir. Savaş sırasında kullanılan maddelerden dolayı savaş sonrasında da kanser gibi ölümcül hastalıklarda önemli oranlarda artış meydana gelmiştir.

Irak halkına en büyük darbeyi ise savaştan önce caydırıcı olması maksadıyla uygulamaya konan, fakat savaştan sonra da yıllarca devam eden yaptırımlar vurmuştur. Saddam’ın varlığı bahane edilerek sürdürülen yaptırımlar aslında savunmasız Irak halkını hedef almış, Iraklıların en temel haklarından bile faydalanmalarına engel teşkil etmiştir.

Körfez Savaşı’nda Irak’ın askeri gücüne ve ekonomisine verilen zararla müttefikler merkezi otoriteyi zayıflatmışlar, fakat Saddam iktidarını devir(e)memişlerdir. Merkezi otoritenin zayıflayacağı beklentisiyle kuzeydeki Kürt bölgelerinde ve Şiilerin yaşadığı güney bölgelerde ayaklanmalar olmuş, Saddam yönetimi bu çıkışları şiddetle bastırmıştır. Özellikle George Bush’un Irak halkını Saddam’a karşı ayaklanmaya ve Saddam’ı etkisiz hale getirmeye teşvik eden sözleri bu ayaklanmanın çıkmasında etkili olmuştur. Bush, Irak halkını “Diktatör Saddam Hüseyin’i devre dışı bırakarak sorunlarını kendi elleriyle çözmeye” çağırmıştır. Bu açıklamadan sonra muhalif gruplar, ABD’nin bir ayaklanma sırasında kendilerine destek vereceğini ve Saddam’ın kanlı bir şekilde kendilerine müdahale etmesine izin vermeyeceğini düşünmüşler, ancak kısa süre içinde yanıldıklarını anlamışlardır. ABD, 1991 yılının Nisan ayında başlayan Kürt isyanı sırasında Kürtleri Saddam karşısında yalnız bırakmıştır. George Bush, kendi körüklediği Kürt ve Şii ayaklanmalarını sonradan görmezden gelmiş, binlerce Kürt ve Şii bundan dolayı katledilmiştir. Yüzbinlerce kişi yurt dışına kaçmış, Türkiye’ye kaçan Kürtler tam bir insanlık dramı yaşamıştır.

Kuzey Irak’taki belirsizlik ve bölge liderleri arasındaki çekişmeler ABD’nin bölgedeki manevra alanını genişletmiştir. Bölgeyi mümkün olduğunca küçük birimlere bölmeyi amaçlayan ABD, tek bir devletin gücü elinde bulundurmasını engellemeye çalışmıştır. Ayrıca bölgedeki çekişme ve ittifakları kullanarak müdahil pozisyonu elde etmiştir. “Kuzey Irak’taki Kürt gruplar bu konjonktürün kendilerine bir devlet kurma şansı tanıyabileceği konusunda sürekli bir beklenti içinde tutulagelmişlerdir. Barzani ve Talabani’nin birbirlerini kollayan tutumları, bu beklentinin net bir şekilde masaya konulmasını sürekli geciktirmiştir. Bu durum, bir devlet oluşumu konusunda özellikle Türkiye’yi ikna etmekte güçlük çeken ABD yönetiminin ve böylesi bir devletin doğuracağı stratejik sakıncaları hisseden Türkiye, İran ve Suriye’nin rahatsızlıklarını dondurmuştur.” Bu statükoyu sürdürebilmek için Batılı güçler 1991’deki Kürt ayaklanmasına rahatlıkla müdahale edebilecekken, Saddam Hüseyin’in ordusunun Iraklılar üzerine yürümesini engellemek için hiçbir çaba göstermemişlerdir. Bu birkaç aylık baskı, savaş sırasında ölenlerden daha fazla insanın ölümüne sebep olmuştur. Bu nedenle 1991’deki ayaklanmalarında ABD’den destek görmeyen Kürtler, Saddam’ın güçleriyle tek başlarına savaşmak zorunda kalmışlardır.

Şiiler de ABD ve uluslar arası kamuoyundan bekledikleri desteği görememişlerdir. Çünkü ne ABD ne de Avrupa ülkeleri Irak’ın güneyinde Şiilerin güçlenmesini istememişlerdir. Şiilerin güçlenmesi durumunda İran’la bağlantı kurulabileceği düşünülmüş ve Tahran etkisinin güney Irak’ta yayılacağı varsayılmıştır. Bu ise İsrail’in çıkarlarına da aykırı bir durum olarak görülmüştür. Buna ek olarak Şiilerin yaşadığı bölgede zengin petrol yataklarının bulunması burada güvenlik ve istikrarı zorunlu kılmıştır. Şiilerin bölgede istikrarsızlık yaratacak çıkışları bu yüzden tam bir destek görememiştir.

Saddam rejiminin 1991’de karşı karşıya kaldığı ayaklanma, rejimin o güne kadar karşılaştığı en ciddi başkaldırıdır. 28 Şubat ile 1 Mart 1991 tarihleri arasında Irak’ta Kürtlerin ve Şiilerin bulunduğu bölgelerde ayaklanmalar başlamıştır. 1 Mart’ta Basra’da başlayan ayaklanmalar kısa sürede güney Irak’ın en büyük şehirlerine, Kerbela, Necef, Hilla, Nasıriye, el-Amara, Semave, Kut ve Divaniye’ye yayılmıştır. Ayaklananlar 4 Mart’ta Necef, Kerbela ve Süleymaniye’yi kontrol altına almışlardır. Kürtlerin bulunduğu bölgeler olan Erbil, Dohuk ve Kerkük de hemen ardından düşmüştür. Değişen sürelerle Irak’ın üçte birinin yönetimi isyancıların eline geçmiştir. 29 Mart’ta Irak güvenlik güçleri Semave şehrini ele geçirerek Irak’ın güneyindeki ayaklanmanın son güçlü bölgesini de ele geçirmişlerdir. 3 Nisan’da Kerkük, Erbil ve Zaho’dan sonra Süleymaniye de hükümet güçlerinin eline geçmiştir. Bir milyondan fazla Kürt yaşadıkları yerden ayrılarak Irak’ın kuzeyindeki ve güneyindeki dağlık bölgelere çekilmişlerdir. Soğuktan ve helikopterlerin silahlı hücumları nedeniyle binlerce kişi ölmüş, bu olayların Batı medyasında gösterilmesiyle oluşan kamuoyu baskısı, müttefikleri bir şeyler yapmaya mecbur kılmıştır. BMGK’nın 688 sayılı kararıyla 11 ülkenin katılımıyla oluşturulan askeri gücün Huzur Operasyonu’nu gerçekleştirmesi, tüm bu yaşananlardan sonra mümkün olabilmiştir. Operasyon sonunda 36. paralelin kuzeyinde uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge bu süreçte oluşturulmuştur. Oluşturulan Kürt Güvenli Bölgesi, bundan böyle Kürtlerce yönetilmiştir ve Irak Kürdistan’ının 40,000 kilometrekarelik alanını kapsamaktadır.

Ayaklanmalara rejimin verdiği karşılık ağır olmuştur. Saddam’ın güçleri, kontrolü tekrar sağladıktan sonra şehirleri ayaklananlardan geri almak için yerleşim alanlarına ateş açarak binlerce silahsız sivili öldürmüşler, genç insanları sokaklarda, evlerinde ve hastanelerde katletmişler, evleri ararken şüphelileri, bilhassa genç erkekleri toplamışlar, suçunu söylemeden tutuklamışlar veya kitleler halinde öldürmüşler, silahsız sivillere şehirlerden kaçarlarken helikopterlerle saldırmışlardır.

Mart 1991’de Şiilerin yaptığı bir gösteride Bağdat yakınında güvenlik güçlerinin silahsız göstericilere silah kullanması, Irak’ın savaşta yenilmesinden sonra ülke çapında şiddet olaylarının yayılmaya başladığı bir sırada, başkentte sorun teşkil eden nüfusu kontrol altında tutmaya kararlı olduğunu göstermiştir. İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin görgü tanıklarından olan ve Bağdat’ta yaşayan Salih isimli bir işçinin anlattıklarına göre, bir milyon Şiinin yaşadığı ve başkentin düşük gelir gruplularının çoğunlukta olduğu bir bölge olan et-Tavra’da gösteri yapılması kararlaştırılmıştır. Salih şöyle demiştir: “Bunun bir intifada başlangıcı olduğunu düşünmüştük, ancak hükümet bundan haberdardı ve hazırlığını yapmıştı.” Yaklaşık 5,000 silahsız gösterici kararlaştırılan yere gelmiş, sloganlar atmıştır: “Allah’ın yardımıyla Saddam kahrolsun!” “Allah’ın yardımıyla zafer bizimdir.” Salih’in söylediğine göre silahlı güvenlik güçleri ve partililer hiçbir uyarı yapmaksızın kalabalığa ateş açmış, ilk birkaç dakikada yaklaşık 30 kişiyi öldürmüş, onlarca kişiyi yaralamışlardır. Şam’da bulunan Irak’ta İnsan Hakları’nı Savunma Komitesi (Committee for the Defense of Human Rights in Iraq)’ne göre gösterici sayısının 5,000 olduğu doğrudur. 600 ile 700 arasında kişi de güvenlik güçlerince öldürülmüş ya da yaralanmıştır.

İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin raporuna göre, yakın sokaklarda bulunan güvenlik güçleri araçları makineli tüfeklerle şiddetli bir hücum başlatmıştır. Araçlarla göstericiler arasındaki mesafe yaklaşık 30 metredir. “Ateş başladıktan sonra insanlar kaçışmaya başladılar, esnaf dükkanlarını kapatmaya başladı, ölüler sokaklarda bırakıldı. Kimse onları kaldırmaya cesaret edemedi. Cesetler öylece üç dört gün kaldı.”

Güvenlik güçleri de el-Tavra’da bir hafta kalarak ev ev aramalar yapmıştır. 12-40 yaş arası erkekler tutuklanarak alıkonmuşlardır. Raporda binlerce kişinin tutuklandığı belirtilmiştir: “İnsanlar askeri kamyonlarla, güvenlik güçleri araçlarıyla, hatta ambulanslarla toplandılar. Bu çok hızlı yapıldı. Geldiler ve insanları topladılar.” Alıkonanlar, Bağdat’ın batısında önceden savaş kampı hapishanesi olarak kullanılan Rıdvaniye Hapishanesi’ne götürülmüşlerdir. Tavra olayından sonra Bağdat’ın diğer bölgeleri de güvenlik güçlerince kuşatılmıştır. Polis, Baas militanları, Tikrit’ten Saddam yanlısı milisler, evleri tek tek aramışlardır. Tutuklananlar Genel Güvenlik Karargahlarına götürülmüşlerdir. Ayaklanmaların gerçekleştiği diğer şehirlerde de durum farklı değildir. Muhaliflere çok sert karşılık verilmiştir. Örneğin Kürtlerin ayaklandığı Süleymaniye’de ayaklanmanın bastırılmasından sonra Halepçe’de olduğu gibi kimyasal gaz kullanılmıştır. Basralı, 23 yaşında bir üniversite öğrencisi, ayaklanma sırasında yaşadıklarını şöyle anlatmıştır: “Şattül Arap’ın doğu kıyısında, el-Feha’da yaşıyordum. 17 Mart’ta Saddam’ın askerleri geldi ve halka ateş açtılar, çocukları ve yaşlı adamları vurdular. Kaçmaya başladık. Altı kişi birlikte kaçıyorduk: ben, babam, amcalarım ve bir arkadaşım. Askerler askeri istihbarat mensuplarıydılar. Bizi yakaladılar. Saddam’ın birlikleri tarafından götürülen başka sivil grupları da gördük. Soruşturmadan, suçları araştırılmadan çok kötü muamele görüyorlardı. Ellerine ve ayaklarına taş bağlayarak Şattül-Arap’a attılar. Ben bu şekilde suya atılan 15 kişi gördüm.” Ayaklanmalarda yaşamını yitirenler yalnızca muhalifler değildir. Saddam’ın askerleri de öldürülmüştür. Örneğin Necef’te göstericiler devlet binalarını kuşatmışlardır. Necefli bir kadının söylediğine göre direnen Saddam güçleri ve yaklaşık 500 güvenlik görevlisi öldürülmüştür. Birçoğu öldürülen akrabalarının intikamını almak isteyenler tarafından bıçaklanmışlardır.

Kerbela da ayaklanmada büyük zarar gören şehirler arasındadır. Bazı türbeler harap hale gelmiş, binlerce ayaklanmacı ve destekçileri ağır silahlar ve roket atarlarla öldürülmüştür. Hafif silahlarla silahlanmış ayaklanmacılar 5 Mart’ta ayaklanmayı başlatmış, binlerce sivil ve firari asker hükümet binalarına saldırmıştır. Ebu Muktad adında Kerbela’lı genç bir avukat, olanları şöyle anlatmaktadır: “İntifada öğleden sonra iki buçukta başladı. Erken saatlerde işgal edilmişçesine Kerbela’ya askerler gelmişti. Bazı muhalif gruplar broşür dağıttılar. Saatler geçtikçe ayaklanmanın çıkmasını bekledik. Gençlerin şehrin her tarafından ortaya çıkıp yanlarındaki kalaşnikofları ateşlemesiyle ayaklanma başladı. Ardından insanlar, bıçaklarla Saddam’ın adamları karşısında savaşmak için caddelere çıkmaya başladılar.” 6 Martta isyancılar şehri bütünüyle kontrolü altına almış, Cumhuriyet Muhafızları yetkililerinin açıklamalarına göre teslim olmayan ve kaçmayan askerler ve resmi görevliler öldürülmüştür. Ayaklananlardan birinin ifade ettiğine göre yaklaşık 50 Baas Partisi yetkilisi, “mahkeme” sonrası öldürülmüştür. Necef’tekinden farklı olarak Kerbela’da devlet hemen kontrolü sağlamış, ayaklananlarca kovulduktan bir gün sonra güvenlik güçleri ayaklananların bulunduğundan şüphelenilen noktalara helikopterlerle saldırmışlardır. Hz. Hüseyin’in türbesi ve yakınındaki binalar ağır silahlarla açılan ateşlerden ve helikopterlerden atılan roketlerden zarar görmüştür. Irak güçleri içerdeki ayaklanmacılara ve sivillere ateş açmışlardır. Güvenlik güçleri Kerbela’da kontrolü sağladıktan sonra kaçamayan ayaklanmacı ve sivillerden intikam almışlardır. Ayaklanmacı olduklarından şüphelenilen genç erkekler stadyumlarda toplanmış, bazıları öldürülmüş, bir kısmı ise Rıdvaniye Hapishanesi’ne götürülmüştür. Necef’te olduğu gibi, Kerbela’da da sokakta yürürken götürülen ve bir daha görülmeyen din adamlarından söz edilmektedir.

Kürtlerin yaşadığı Süleymaniye ve Kerkük’te de ayaklanmanın bastırılması acı olaylara sebebiyet vermiştir. 7 ve 8 Martta peşmergelerin önderliğinde ayaklanan halk, Süleymaniye ve Erbil çevresindeki köyleri kontrol altına almıştır. Kerbela ve Necef’te olduğu gibi hükümet binalarına hücum edilmiş, mahkumlar serbest bırakılmış, binalara sığınan güvenlik güçleri öldürülmüştür. Kürt bir İngilizce öğretmeni, olanları şöyle anlatmıştır: “Kardeşlerimizi şehit edenleri ve evlerimizi yağmalayanları cezalandırdık. Onları yargılamadan öldürdük. Peşmergelerin kontrolü ele geçirdiği ilk günlerde bazıları kaçtılar. Birçoğunu yakaladık, silahla vurarak ya da baltayla öldürdük. Şehit anneleri, kaçmaya çalışan 21 askeri balta ve taşlarla öldürdüler.” Yine de Süleymaniye’deki intikam hareketi çabuk engellenmiştir. Mesut Barzani, hükümet askerleri için af çıkarmıştır, fakat bu karar 31 Martta Irak ordusunun roket ve ağır silahlarla Süleymaniye’ye hücumunu engelleyememiş, helikopterlerden ve tanklardan yerleşim alanlarına ateş açılmıştır. Ayaklananların zafer umudu kalmayınca ayaklanmanın liderleri şehirden kaçmış, böylece devlet güçleri direnişle karşılaşmamışlardır.

Kuzey’deki en stratejik mücadele Kerkük’te gerçekleşmiştir. Kuzeyde hareket başlar başlamaz Saddam Kerkük’teki kuvvetlerini alarma geçirmiştir. Şehirde sokağa çıkma yasağı uygulanmış, Kürtlerin söylediğine göre şehrin güvenliği için Kimyasal Ali görevlendirilmiştir. Sokağa çıkma yasağıyla birlikte güvenlik güçleri kapı kapı gezerek genç yaşlı binlerce erkeği toplamışlar, yaklaşık 5,000 kişiyi tutuklamışlardır. Tutuklananların çoğu Kürttür. Bir Kürtün söylediğine göre alıkonanların götürüldüğü er-Ramadi hapishanesinde 509 Kürt ve 12 Kerküklü Türkmen bulunmaktaydı. 23 yaşındaki bir berber, toplayıp götürme olayını şöyle anlatmaktadır: “10 Martta sokağa çıkma yasağı başladı. Beş üniformalı adam tarafından tutuklandım. Beni beş dakika için alıp geri getireceklerini söylediler. Sebebini açıklamadılar. Beni Salahaddin İlkokulu’na getirdiler. Orada başka Kürt erkekler de vardı. Sonra bizi kamyonlarla Tubzava’ya ( Şehirden 20 mil uzakta bir askeri merkez) götürdüler. Tubzava’da yaklaşık 1,000-1,500 kadar insan vardı. 25 metrekarelik odalara yerleştirildik. Herkes dizlerini toplayarak oturmak zorundaydı. Odaların kapısında muhafızlar vardı. İlk geceyi aç ve susuz geçirdik. Ertesi gün bizi Tikrit-Beici yolu üzerindeki piyade eğitim kampına götürdüler. Orada, büyük bir odada 15 gün geçirdik. Hepimiz Kerkük’ten olmak üzere 1,220 kişiydik. Sayımızı biliyorum, çünkü bizi saydılar. Alan, İran-Irak Savaşı sırasında İranlı mahkumlar için kullanılmıştı. Hiç sorgulama yapılmadı. Bir hafta boyunca hiç battaniye almadık. İki kişi aynı yatakta yattık. Tuvalet yoktu. Buradan kapalı bir kamyonla er-Ramadi’de yine daha önce İranlı mahkumlar için kullanılan bir yere götürüldük. Uzun yolculuk boyunca bize hiç su ve yiyecek verilmedi. AL-RAMADİ’deki muamele, Tikrit’tekinin aynıydı. 60 kişi bir odaya kilitlendik. Yıkanmak için hiç su yoktu, pislikten bitlendik....” Bir süre sonra hemen herkes serbest bırakılmıştır. Bunları anlatan kişi ise ailesinin İran’da bir mülteci kampına gittiğini öğrenerek yanlarına gitmiştir.

Ayaklanmanın bastırılması sırasında yakalanan binlerce Kürtün ve Şiinin kaderi bilinmemektedir. Birçoğunun hapiste olduğu tahmin edilmiş, fakat hükümet yerleri ve yasal statüleri konusunda çok az bilgi vermiştir. Çatışmaların yoğun olduğu şehirlerden kaçan 100,000’den fazla Kürt ve Şii, Irak içinde yerinden edilmiş konuma düşmüş, 70,000 sivil Suudi Arabistan, Türkiye ve İran’daki mülteci kamplarına yerleşmiştir. Bu yerinden edilmiş insanlar ve mülteci kamplarında yaşayanlar çok kötü koşullarda hayatlarını sürdürmelerine rağmen korkularından ya da evleri yıkıldığından geriye dönememişlerdir.

Şiilerin yaşadığı Kerbela ve Necef’te sıkı askeri kontrol sağlanmış, insan haklarıyla ilgili durumu gözlemlemek isteyen yabancılar kabul edilmemiştir. Şiilerin dini hayatına kısıtlamalar getirilmiş, birçok Şii kurum yıkılmış veya zarar görmüş, yüzlerce din adamı ve yardımcıları ayaklanmadan sonra tutuklanmış ve serbest bırakılmamıştır. Geriye kalan kurumlardaki dini faaliyetler ise devlet tarafından engellenmiştir. Ayaklanmanın ardından şehirlerine geri dönen Iraklıların büyük çoğunluğunu Kerküklüler oluşturmaktadır. Fakat şehirden ayrılan Kürtlerin evleri yıkılmış, veya Araplaştırma politikasının bir parçası olarak Arap ailelere verilmiştir.

İran’la ayaklanma sırasında güneydeki sınırda bulunan ıssız bataklıklara kaçan Şiiler yeterli yiyecek bulamamışlar, tıbbi müdahaleden mahrum kalmışlar ve Irak’ın bölgeye operasyon düzenlemesi tehlikesi altında yaşamışlardır. Şii muhaliflerin ifadelerine göre 1992 Nisanına değin bölgede askeri hareketlilik görülmüş, Aralık 1991 ve Ocak 1992’de ordunun yaptığı operasyonlarda helikopterler ve ağır silahlarla ateş açılmış, yargısız infazlar gerçekleştirilmiş ve ayaklananlara yardım ettiklerinden şüphelenilen bataklıkların asıl sakinleri tutuklanmıştır. Askeri operasyonların sayısı hakkında kesin bilgi elde edilememiştir.

Körfez Savaşı sonrasında Saddam yönetimi, Türkmenlere karşı da baskı ve şiddet politikalarını sürdürmüştür. Saddam’ın kuvvetleri 31 Ağustos 1996’da Erbil’e bir baskın gerçekleştirerek Türkmen Cephesi ve Türkmen siyasi partilerine ait bürolara ve Türkmen okullarına baskın düzenlemiş, bu sırada onlarca Türkmen öldürülmüş veya tutuklanmıştır. Tutuklananların akıbeti hakkında aileleri bilgi edinememiştir.

Kürtlere 36. paralelin kuzeyinde özerk bir bölgenin sağlanmasıyla Saddam yönetiminin Kürtlerin bulunduğu bölgelere müdahalesi büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Fakat Şiilere yapılan baskılar, Irak’a yapılan son saldırıyla Saddam iktidarının devrilmesine kadar devam etmiştir.

Savaşlar, ayaklanmalar ve katliamlar Irak’ta birçok insanın yaşamını yitirmesine, birçoğunun ailesiz kalmasına yol açmış, Irak’ı yaşanması zor bir ülkeye çevirmiştir. Ancak kişilerin haklarını ihlal eden bu olayların dışında, Baas yönetiminin baskıcı politikaları işkencelere, yargısız infazlara, kayıplara yol açmıştır.

http://irak.ihh.org.tr

Hiç yorum yok: