30 Haziran 2008 Pazartesi

Voleybolun Tarihçesi

Voleybol'un atası diyebileceğimiz "Mintonette" adlı oyun ilk olarak 1885 yılında, Amerika Birleşik Devletleri'nde oynandı. Massachusetts'in Holyoke kentinde, okulu yeni bitirmiş genç bir beden eğitimi öğretmeni, William G. Morgan, YMCA'de işadamlarına beden eğitimi yaptırmakla görevlendirilmişti. YMCA, "Young Men's Christian Association" ın kısaltılmışı. Türkcesi : Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. Amacı toplumsal çalışmalarla Hıristiyanlığı yaymak olan bu kuruluş, o yıllarda bütün dünyaya kol sarmış bulunan çok geniş bir misyoner derneğiydi.




Willam G. Morgan bu derneğin Holyoke kentindeki şubesinde işadamlarına önceleri kuru kuruya beden eğitimi yaptırırken, bir süre sonra, çalışmaları sıkıcılıktan kurtarmak, sağlık için katlanılan bir eziyet durumundan uzaklaştırmak gerektiğini gördü. Eğlendirici, oyun niteliği olan bir çalışma yolu aramaya başladı Eğlence Voleybol1891'de gene bir YMCA öğretmeninin, James Naismith'in bulduğu basketbol oyunundan yararlanabilirdi, ama bu oyun koşuya dayanan, çarpışmalara yol açan, gençlere yönelik bir oyundu, yaşlılara göre değildi. Tenis vardı, ama ona da, raket, çevresi telli düzgün bir alan gibi, her zaman, her yerde bulunmayan şeyler gerekliydi. Üstelik de, tenisi iki, en çok dört kişi oynuyordu.




William G. Morgan daha çok sayıda insanı, daha kısa bir sürede, topluca, fazla yorucu olmayan bir hareketliliğe sokmak istiyordu. Yeni bir oyun düşündü. Tenis ağını yükseltip yerden 1.80-1.90 metreye gerdi. uzun boylu bir insanın başı hizasında. Basket topunun iç lastiğini çıkarıp top olarak kullandı. (O zamanki basket toplarının dışı deri olur, içlerine lastik kese sokulup şişirilirdi.) Filenin iki yanına geçen iş adamları bu lastiği kendi alanlarında yere düşürmemeye, filenin öbür yanına atmaya çabalıyor, parmakları, avuçları, yumrukları, kollarıyla istedikleri gibi vuruyorlardı. İç lastiğin hafif geldiği görülünce, basket topu denendi, ama o da hem çok büyük, hem de ağırdı. Bunun üzerine bir firmaya özel bir top yaptırıldı. Gene dışı deri, içi lastik keseli, daha küçük, daha hafif bir top. (Ölçüleri bakımından günümüzdeki voleybol toplarına çok yakın bir topdu bu.) İşadamları filenin iki yanından güle oynaya bu topu öbür yana atmaya, kendi alanlarında yere düşürmemek için sağa sola koşuşmaya giriştiler.




Ne oyun alanı sınırlıydı ne de oyuncu sayısı. gelenler ikiye ayrılıyor, oyun alanını istedikleri gibi belirliyo, başlıyorlardı oynamaya. William G. Morgan amacına ulaşmış, çarpışması, itişmesi olmayan, tehlikesi az, çok temiz, yoruculuğu ise, oyuncu sayısını azaltıp çoğaltarak, oyun alanını küçültüp büyüterek istendiği gibi ayarlanabilen, son derece eğlenceli bir oyun bulmuştu. Kısa sürede Mintonette'e merak salanların arasında bir doktor (Dr Frank Wood), bir de itfaiye şefi (John Lynch) vardı. bu iki Mintonette'çi, William G. Morgan'la birlikte, oyuna kurallar koymaya başladılar. Ertesi yıl, 1896'da, Springfield koleji'nde düzenlenen bir YMCA beden eğitimi öğretmenleri toplantısında, Mintonette'den söz açılınca, oyunu tanıtmak amacıyla bir gösteri maçı yapılması önerildi. William G. Morgan hemen gidip Holyoke'dan beşer kişilik iki takım getirerek delegeler önünde oynamalarını sağladı, o güne kadar konan kuralları açıkladı.


Takımlardan birinin kaptanı Belediye başkanı J.J. Curran, öbürünün kaptanı itfaiye şefi John Lynch'di. Mintonette oyunu, en kısa söyleyişle, "topu yeredüşürmeden karşı alana atmak" diye tanımlanabilirdi. Yani topa havadayken vurmak. Oyunu izleyenlerden Profesör Albert T. Halstead "Mintonette" yerine "volley Ball" adınıönerdi. "Volley " tenis ile futbolda kullanılan bir terimdi. "Topa yere değmeden vurmak" anlamına Mintonette oyununun temel özelliğine çok uygun düştüğü için bu ad hemen benimsendi. (1952 yılında, yani ellialtı yıl sonra, A.B.D Voleybol birliği bu iki sözcüğü birleştirerek "Volleyball" diye yazılmasına karar vermiştir.)1896'da Springfiald Koleji'nde yapılan gösteriden sonra, istek üzerine, William G. Morgan o güne kadar geliştirdikleri kuralları yazarak toplantı yöneticilerine sundu. Bunun üzerine bir komite kurulup voleybol oyununu incelemek, geliştirmek, kurallarını belirlemekle görevlendirildi. YMCA dernekleri voleybolu kısa sürede bütün Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada'ya yaydıkları gibi, misyonerler aracılığıyla başka ülkelere de götürdüler.


J. Howard Crocker Çin'e, Franklin Brown Japonya'ya Dr. J.H. Gray Burma'ya, Hindistan'a, daha başkaları Güney Amerika, Avrupa, Afrika Ülkelerine bu eğlenceli oyunu yarışırcasına yaydılar. 1910 Yılında Filipinlere giden Elwood S. Brown ise orad voleybolu tanıtmakla kalmadı, üç yıl sonra, 1913'de, yapılmasına öncülük ettiği Manila Uzak Asya Oyunları'nda voleybolunda yer almasını sağladı.


İlk Smaç 1913 manila Uzak Asya Oyunları'nın voleybol tarihinde önemli bir yeri vardır. Daha önce parmaklarla, ellerle, yumruklarla, kollarla, avuçlayarak, okkalayarak topu karşı alana atmaktan başka bir özelliği bulunmayan eğlence voleyboluna bu tarihte ilk olarak "Smaç" hareketi girmiştir. günümüzün insanı "voleybol" denince her şeyden önce smaç hareketini düşünür. 1913'e Kadar ise voleybolda böyle bir hareket yoktu. Amerikalılar voleybolu bulmuş, geliştirmiş, dünyaya yaymış, ama oyuna smaç hareketini Flipinliler sokmuştur. Demek ki "Eğlence voleybolu"nun bulucusu Amerikalılar; günümüzün çok sevilen sporu "Güç voleybol"una geçişi sağlayan "smaç" hareketinin bulucusu ie Filipinlilerdir.


1913 Manila Uzak Asya Oyunları'nda voleybol yarışmalarına katılmak üzere içerlerden, ormanlık bölgelerden gelen bir takım, filenin önüne uzun boylu iri yarı bir oyuncu koyuyor, sonra da öbür oyunculardan biri topu onun önüne doğru yükseltiyordu. Bu iri yarı adam havaya yükseltilen topu güzel güzel karşıya atacağına, bir iki adımlık bir koşuyla gelip bütün gücüyle yumrukluyor ya da tokatlıyordu. böyle bir vuruşu kurtarma olanağı yoktu, öte yandan kurallarda böyle bir vuruşu yasaklayan herhangi bir söz de yoktu. Oyuna bu tür bir hareketin girebileceği kimsenin aklına gelmemişti anlaşılan. hemen Amerika Birleşik Devletleri'ne, YMCA dernekleri merkezine mektup yazılıp ilginç durum anlatıldı, ne yapılması gerektiği soruldu. gelen karşılıkta, kurallarca yasaklanmayan her hareketin geçerli olduğu belirtiliyordu. Böylece voleybola "smaç" hareketinin girişi onaylanıyordu, "eğlence voleybolu"ndan (Recreation volleyball) "Güç Voleybolu"na (Power volleyball) doğru en önemli adım atılmış oluyordu. Smaç hareketinin voleybol oyununu değiştirmekte ne kadar etkili olduğunu anlamak için, bu konu üzerinde biraz durmak yeter. Teniste fileye yakalşıp karşıdan gele topa sert bir vole vurma ya da raket tutarak topu kesip file dibine indirme hareketi vardır. voleybolda da arkadan kurtarılması çok güç olan smaçları engelleyebilmek için bu yola gidilmiştir.

Vurulan topu filenin üzerinden geçerken ellere çarptırıp karşı alana düşürmek, yani blok. Demek ki günümüzün voleybolunda çok önemli bir yer tutan "blok" hareketini de bu spora "smaç" getirmiştir. Sıçrama için de aynı şey söylenebilir. Smaç hareketi filenin yükseltilmesine neden olmuştur. smaç ile blok, sıçrayan iki oyuncunun havada yaptıkalrı karşılıklı, birbirine bağlı iki hareket olarak voleybol sporunun gelişmesini, bugünkü durumuna gelmesini sağlamışlardır. Parmaklarla topun karşı alana atılması diye özetlenebilecek "Eğlence voleybolu"ndan, ağır bir spor olan, üstün yapı, güç, kondisyon isteyen "Güç voleybolu"na smaç hareketiyle geçildiği açıktır. Öyleyse, 1895'i genel olara "voleybol"un, 1913'ü ise bubünkü anlamıyla "Voleybol Sporu"nun başlangıcı diye kabul etmek gerekir. Güç Voleybolu Birinci Dünya Savaşı'nda voleybol Amerikan ordusunun önemli bir eğlence sporu durumuna gelmişti. Dünyanın çeşitli ülkelerine dağılan Amerika birlikleri oralara voleybol fileleri, voleybol toplarıyla gittiler. Böylece, voleybolun dünyaya yayılmasına misyonerlerden sonra Amerikan askerlerinin de büyük katkısı oldu.1916 Yılında Amerika'da ilk Voleybol Kuralları kitabı yayımlandı.
,
Daha önce, bu kurallar, genellikle YMCA derneklerinin dergilerinde yer alırdı. Ama oyun artık iyice yaygınlaşmıştı. Nitekim YMCA'ciler yıllarca geliştirilmesine, tanıtılmasına öncülük ettikleri bu sporun bütün ulusa mal edilmesi için, 1928'de, Amerika Birleşik Devletleri Voleybol Birliği'nin kurulmasına da öncülük ettiler. Amerika'da ulusal turnuvalar yapılmaya başlandı.1939'da İkinci Dünya Savaşı patlayınca, voleybol Amerikan askerleriyle birlikte yeniden dünyanın dört bir yanına yayıldı. 1942'de İse Sovyetler Birliği Washington Elçisi'nin yetkililere başvurarak voleybol oyunu üzerine bilgi topladığı, Amerika'da uygulanan kuralları alıp memleketine gönderdiği görüldü.1947'de Paris'de Uluslararası Voleybol Federasyonu kuruldu.1948'de Amerika Birleşik Devletleri voleybol takımı Avrupa'da bir gösteri turnesine çıktı.1949'da İlk dünya şampiyonası Çekoslavakya'nın Prag kentinde yapıldı. Birinciliği Çekoslavakya, ikinciliği yedi yıl önce voleybol konusunda Amerika Birleşik Devletleri'nden bilgi isteyen Sovyetler Birliği kazandı.


1952'de Moskova'da yapılan kızların birinci, erkeklerin ikinci dünya şampiyonalarına ise Amerika Birleşik Devletleri katılmadı. Hem erkeklerde, hem de kızlarda Sovyetler Birliği birinci, Çekoslavakya ikinci oldu. 1956'da Paris'de yapılan dünya şampiyonalarında da Amerika Birleşik Devletleri'nin erkeklerde altıncı, kızlarda dokuzuncu olduğu izlendi.Voleybolun artık bir Avrupa oyunu niteliği kazandığı, Amerika'nın gerilerde kaldığı, bu sporun hızlı gelişmesine ayak uyduramadığı anlaşılıyordu. 1960'da Brezilya'nın Sao Poulo kentinde yapılan dünya şampiyonalarında takımlar şöyle sıralandı: Erkeklerde birinci, Sovyetler Birliği; ikinci, Çekoslovakya. Amerike Birleşik Devletleri yedinci. Kızlarda birinci, Sovyetler birliği; ikinci, Japonya. Amerika birleşik Devletleri altıncı.Voleybolun Amerika'dan Doğu Avrupa'ya kaydığı artık biliniyordu. İlginç olan bir Asya ülkesinin, Japonya'nın araya girmasiydi. Üstelik, japonların bu dünya şampiyonasında ilgi çekmeleri yalnız dereceye girmelerinden gelmiyordu. Oyuna yenilikler katmışlardı. Japon servis diye anılan değişik bir servis atıyor, servisleri parmak yerine manşetle karşılıyorlardı. Özellikle sert balans servislerin manşetle alınması büyük kolaylık sağlıyordu oyunculara. Japon erkekleri dereceye giremedilerse de, kızlar uçan servisleriyle hiç beklenmezken ikinci oldular. Japonların çalışma süreleri de şaşırtıcıydı. Dört ile altı saat arası süren uzun antremanlar yapıyorlardı. Maç günleri de kısaltmıyorlardı çalışma sürelerini. Diyelim maçları 16:00'da, Japon takımı saat 14:00'de gelip çalışmaya başlıyor, sonra oyuncular ellerini yüzlerini yıkayıp maça çıkıyorlardı. Buna karşılık, Sovyet Birliği, Romanya gibi Doğu Avrupa takımlarının, maç sabahları birer saat süren hafif çalışmalar yaptıkları görülüyordu. 1962'de Moskova'daki dünya şampiyonalarında Japon kız takımı Sovyet takımını yenerek birinci oldu. Maçın ilk setinde hakem Japon takımının bloklarına sürekli file çalıyor, Sovyet oyuncular da hep blok aut arayarak oynuyorlardı. İlk seti verince Japonlar bloksuz oynamaya başladılar, çok başarılı bir yer savunması yaparak maçı 3-1 aldılar.

Erkeklerde Japonya biraz daha göz doldurduysa da, gene dereceye giremedi, alışılmış sıralama değişmedi : Sovyetler Birliği birinci, Çekoslovakya ikinci. 1957'de, Sofya'da yapılan bir toplantıda "voleybol"un Olimpiyatlara alınmasına karar verilmişti. Bu karar ilk olarak 1964 Tokyo Olimpiyat Oyunların'da uygulandı. Erkeklerde yine birinci, Sovyetler; ikinci, Çekoslovakya, Kızlarda gene birinci, Japonya; ikinci Sovyetler.Bir değişiklik olmamıştı. Teknik, taktik yönlerinden de pek bir yenilik yoktu. Ama yarışmalar sırasında Tokyo'da yapılan toplantıda Uluslararası Voleybol Federasyonu bir kural değişikliği önerisini kabul ederek blokta ellerin karşı alana geçebileceğini bildirdi. Voleybolda köklü değişikliklere yol açacak bir karardı bu. Eller karşı alana sokulunca blok yanından geçme olanağı, bloktan kaçma olanağı çok sınırlanıyordu. En önemlisi de pasların fileye yaklaştırılması engelleniyordu.Smaç ile Blok Dengesi Başlangıçta, vücudun karşı alana hiçbir şekilde geçmemesi voleybolun kesin bir kuralıydı. Bu gün blokta eller karşı alana geçebiliyor, hatta daha sonra yapılandeğişikliklerle ayaklar da file çizgisine basabiliyor. Bu gibi kural değişiklikleri smaç ile blok arasında bir dengekurmak için yapılmakta. Kurallar yüzünden smaç ile bloktan birinin öbürüne üstünlük sağlanması istenmiyor. Eller kendi alanında tutularak yapılan blok, "pasif blok", yalnız yüksek paslarla voleybol oynandığı sürece smaçla eşit durumdaydı, smaç karşısında "çaresiz" değildi. Pas yükset atılıyor, ikili blok vuruş yerine gidiyor, smaçör sıçrayıp vuruyor, blok da topun geçeceği alanı kapatıyordu. Sonra, file önüne birdenbire gelip alçak ya da kısa paslarla vurulan smaçlar başlayınca, ikili blok kurulamaz oldu. Tekli blok ise, tam yerinde, tam zamanında çıkılsa bile, eller kendi alanında tutulacağından, "çaresiz" kalıyordu. Smaçör tekli bloğun sağından, solundan kolayca geçebiliyordu. Burada sözünü ettiğimiz "kısa" smaçlar, aşağıda özelliklerini anlatacağımız Asya voleybolunun ekren sıçramayla vurulan kısa smaçları değildir.

Bazı antrenörler, Asya voleybolunu küçümsemek, yeni bir şey olmadığını belirtmek amacıyla, "Biz vurmuyor muyduk, bizde vuruyorduk kısa, hem de ne biçim vuruyorduk !" gibi sözler ederler. Oysa Asya voleybolunun kısa smaçı ile Avrupa voleybolunun eskiden kullandığı kısa smaç aynı şey değildir.Avrupa voleybolunun eskiden kullandığı kısa smaçta, oyuncu fileye hızla yaklaşır, top pasörün parmaklarından çıkar çıkmaz sıçrayıp vurur. Vurulduğu anda top ölü noktadadır, yükselişi bitmiş bir an havada durmuştur. Karşıdaki blokçu da top pasörün parmaklarından çıkar çıkmaz, smaçörle birlikte sıçrar. Blokçu ellerini kendi alanında tutup eski kuraa göre, pasif blok yaparsa, smaçör fileye dik vurmadığı kadar hep geçecektir. Pas fileye çok yakın atılmamışsa, top fileye değmez bile. İşte eller karşı alna sokularak yapılan aktif blok smaçörün bu kesin üstünlüğünü ortadan kaldırmıştır. Pasörün elinden top çıktıktan sonra sıçrayan bir smaçörün, aynı anda sıçrayarak ellerini karşı alana sokan, topa yaklaştıran bir aktif blokçuyu geçmesi kolay değildir. Bu durumda başarı oyuncuların üstünlüğüne, ustalığına kalır. Blokta ellerin karşı alana geçebileceği kuralı, kısa paslardaki gelişmeyle birlikte bozulan smaç ile blok dengesini yeniden sağlamak için kabul edilmişti. Ama bu kural değişikliğinin voleybol üzerindeki etkileri inanılmayacak kadar büyük oldu.

Dünya voleybolu iki ayrı oyun tarzına yöneldiAsya Voleybolu "Aktif Blok" diye adlandırılan bu yeni blok anlayışına karşı ilk akla gelen çözüm, blok üstü smaçlardı. 1965-66 Yıllarında özellikle Doğu Avrupa Takımları, Çekoslovakya, Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Polonya, Bulgaristan, çok uzun boylu oyunculara kule gibi yüksek paslar atarak blok üstü vurdurma yolunu seçtiler. Smaçör yukardan vurunca, blok da ister istemez yukarı uzanıyor, elleri karşı alana sokma kuralından yararlanamıyordu. Bu tarzın üstünlüğü fazla beceri istememesi, hata yapma olasılığını azaltması, fizik gücüne dayanması, olağanüstü teknik çalışmaları gerektirmemesi avantajıydı. Buna karşılık, oyun çok yavanlaşıyordu, tek düze, izlenmesi bıkkınlık veren bir aynı hareketler dizisi haline geliyordu.Doğu Asya takımları ise, kendi yapılarına daha uygun bir yol aramak zorundaydılar. Asya ülkelerinde oynanan, kuralları değişik bir voleybol tarzının özelliklerinden esinlenerek, çabuk girişlerle ikili blok kurulmasını önlemek, file hareketleriyle karşı blokçuları birbirini engeller duruma getirip bloksuz vurmak, bloğun kıpırdamasına olanak vermeyecek kadar erken sıçramalarla kısa vurmak, file önünde arka oyuncuları da sıçratarak kimin vuracağını gizlemek gibi yöntemlere başvurdular. İkili girişleri, örmalari geliştirdiler. 1966'da Çekoslovakya'da yapılan altıncı Erkekler Dünya Şampiyonası'nda Japonlar bu yeni anlayışlarıyla oynadılar. Üstün teknik isteyen, çok hata yapma olasılığı yaratan, sürekli sıçradığı için son derece yorucu olan, uzun çalışmaları gerektiren, bu yeni, izlenmesine doyulmayan voleybol, dereceye giremedi. Beşincilikte kaldı. Çekler hatasız yüksek voleybolları ile birinci olurken, kısa smaçlarla süslenen bir yüksek voleybol oynayan Rumenler ikinci oldular. Ancak on birinci olabilen Amerika Birleşik Devletleri'nin yetkilileri ise antrenörlerine Avrupa voleybolunu inceleme görevini vermek gereğini duydular. Ertesi yıl, 1967'de, Türkiye'de yapılan Avrupa Şampiyonası'nda, Sovyetler Birliği, Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Fransa, Arnavutluk, İsrail, Hollanda takımlarının, azda olsa, Japonları taklit eden hareketler yaptıkları görüldü. Bir yandan bu hareketler deneniyor, bir yandan da herkes birbirine Japon voleybolunu anlatıyordu. Gene 1967'de, Tokyo'da yapılan beşinci Kızlar Dünya Şampiyonası'nda, Japonya'nın arkasından Amerika Birleşik Devletleri'nin ikinci olduğu görüldüyse de, bu silkinme o kadarla kaldı. 1966 Dünya Şampiyonası'nda ilgileri üstüne çeken Doğu Almanya erkek takımı, 1972'ye kadar, çok yüksek blokları, blok üstü smaçları az hatalı voleybolları ile hep söz sahibi göründülerse de, 1968 Meksika Olimpiyat Oyunları'nda gene Sovyetler Birliği öne çıktı. Japon erkekleri ise ikinci oldular. Çok önemli iki maçı 3-2 veren Japon takımı ilk iki set karşısındakileri şaşkına çeviriyor, ama arkasını getiremiyor, kendi hızına, insan dayanıklılığını aşan hızlı oyununa yenik düşüyordu.Kızlarda da ilk iki dereceyi aynı ülkeler aldı :

1. Sovyetler Birliği
2. Japonya

1970'de, Sofya'da yapılan yedinci Erkekler Dünya Şampiyonası'na Japonya'nın uzun boylu bir takımla geldiği görüldü. Turnuvanın boy ortalaması en yüksek takımıydılar. Artık yalnız hızlı oynamıyor, araya yüksek paslar da sokuyorlardı.Japonların 1968'de Meksika Olimpiyat Oyunları'nda oynadıkları voleybolda aldatıcı smaç sıçramaları önemli bir yer tutuyor, her smaçta vuran vurmayan birkaç kişi tam sıçranma yapıyordu. Bunun takımı tükettiği, ilk setlerdeki hızın son setlerde sağlanamadığı görülünce, araya yüksek paslar sokmak gereği duyulmuştu. Yüksek pasta yalnız vuracak olan sıçrıyor, ötekiler boşuna yorulmamış oluyorlardı. Asya voleybolunda yüksek smaçın kullanılışı da değişiktir. topa tam uzanma ile çok yukardan, bloğa çaptırarak vurulur. İyice yukardan düz vurulan bir top vuranın alanına yönelirse rahatça alınıp ikinci bir hücum yapılır. Vuranın yönünden auta giderse, blok aut olur. Karşı alana yönelirse, çıkarılması öbür takım için sorundur, çünkü bloktan seken topların nereye gideceği belli olmaz. Üstelik de yalnız oyun alanından değil, gittiği her yeden topu çıkarıp oyuna sokmak gerekir. En azından iyi bir karşı hücum yapılamaz.Japonların uzun oyunculara önem vermelerinin bir nedeni de çok yüksek paslarla oynayan karşı takımlara blok koymakta başarısızlığa düşmüş olmalarıydı. Üstünden vurulabilen bloklarla sayı toplamak son derece güçtü.

1970 Sofya Dünya Şampiyonası'nda iki, iki buçuk saat süren çok zorlu maçlar oynandı. Asya voleybolunun en iyi uygulayıcısı Japonya, aldığı bütün önlemlere karşın gene birinci olamadı. Doğu Almanya yüksek voleybolu ile birinciliği aldı. Ama voleybol otoriteleri Japonların üstünlüğünü görmüş, hakem oyunlarına kurban edildiklerini izlemişlerdi. 1972 Münih Olimpiyat Oyunları'nda voleybolun favorisi olarak herkes Japonya'yı gösteriyordu. Japonlar dayanılmayacak kadar hızlı, aldatıcı sıçramalı oynamaktan vazgeçip kendi kendilerini tüketmeyince, yenilmesi çok güç bir takım durumuna gelmişlerdi. Doğu Avrupa ülkeleri, yüksek voleybolda direndikleri kadar, daha çok, daha çeşitli hucum silahları olan Asya voleyboluyla başedemeyeceklerini kesinlikle anladılar. Asya voleybolunun getirdiği yenilikleri kendi sistemlerine yerleştirmeye, oyun anlayışlarını değiştirmeye yönlendiler.

Sofya'daki bu şampiyonadan sonra bütün dünya ülkeleri Asya voleybolunun etki alanına girdi.Hızlı, aldatıcı hareketlerle oynanan voleybol fizik yetersizliğinin, daha doğrusu boy kısalığının yarattığı bir tarzdır, ama uzun boylular hızlı oynayamaz diye bir kural yoktur. Yukarda da söylediğimiz gibi, 1970'de Sofya'ya gelen Japon takımı uzun boylu bir takımdı. 1972 Münih Olimpiyat Oyunları'nda, beklendiği gibi, erkekler şampiyonu Japonya oldu. Kızlarda ise Sovyetler birinci, Japonlar ikinci sırayı aldılar. İşin çok ilginç yanı, üçüncü ile dördüncünün de Asya takımları, Kuzey Kore ile Güney Kore kız takımları olmasıydı.Voleybolda bir "Asya okulu" kurulduğu, ayrıca bu anlayışın bütün dünyayı etkisinde bıraktığı, voleybol oyununa yepyeni bir görünüm verdiği artık yadsınamazdı. Oysa alışkanlıkları içinde rahat eden, değişiklikten hoşlanmayan, yeni şeyleri araştırmanın, öğrenmenin yorgunluğuna katlanmak istemeyen tembel kafalar, "Asya voleybolu" nu gelip geçici bir yenilik saymak, küçümsemek yanılgısına düşmüş, uzun süre direnmişlerdir. Çağdaş Voleybol 1974'de Meksika'da yapılan Erkekler Dünya Şampiyonası'nda takımlar şöyle sıralandı :

1-Polonya;

2-Sovyetler Birliği ;

3-Japonya ;

4-Doğu Almanya.

Bu sıralama ilk bakışta "Asya voleybolu" nun üçüncülüğe itildiği izlemini verebilir, ama gerçek şudur : Asya voleybolu artık şaşırtıcı bir yenilik değildi, getirdiği üstünlükler, 1974 yılında, bütün dünyaca biliniyordu. Örnekse, Doğu Avrupa takımları yeniden öne çıkarken, ilk olarak Japonlarda gördükleri hareketleri de kullanıyorlardı. Yani artık iki anlayış çarpışmıyor, iki anlayışıda özümleyen çağdaş voleybol, birtakım değişiklikler, çeşitlemelerle, bütün takımlarca oynanıyordu.( Bu arada Polonyalıların üç metre dışından smaçları gibi ilginç yenilikler de görülmekteydi).

1974 Dünya Şampiyonası'nda kızların sıralaması ise şöyle oldu:

1-Japonya

2-Sovyetler Birliği

3-Güney Kore. Burada da yanlış bir izlenime kapılmamak, "Kızlarda Asya voleybolu üstünlüğünü sürdürüyordu," diye düşünmemek gerekir. Anlayışlar arasında artı köylesine bir uzaklık kalmamıştı. Asya voleybolu, ortaya çıkış döneminde, bu tarza yabancı olan ülkeler için şaşırtıcıydı. Japonların birden bire en üst sıralara fırlamaları biraz da bunun sonucudur. Ama kısa sürede bu şaşkınlık atlatıldı, hızlı voleybol bütün dünyayı etkiledi, çabuk hareketlerin bütün sistemlerde az ya da çok yer almaya başladığı görüldü. Çağdaş voleybol izlenmesi zevkli veren bir sporsa, bunu öncelikle file hareketlerine, yani Asya voleybol anlayışına borçluyuz. Ne var ki bu yaygın etkileme, Asya voleybolunun üstünlüğüne de son vermiş oldu. Bu gün hızlı voleybol oynamak başarı için yeterli değil.

Çünkü herkes herşeyi biliyor. Uygulansın uygulanmasın, bütün ülkelerde hızlı voleybol çalışılmakta. Hiç değilise, hızlı oynayan takımların nasıl durdurulacağı öğreniliyor.Zamanla bu tarzın içinde de değişik sistemler oluştu. İnceleyenler, hepsi hızlı voleybol oynayan ülkelerin anlayışları arasında önemli ayrılıklar bulunduğunu gördüler.Japonlar, Koreliler, Çinliler, işin öncüleri olarak çok çeşitlemeli, sayısız giriş değişiklikleriyle, pasörün üstünlüğüne yaslanarak oynarken, örnekse, Polonya takımı oyuncularının hepsinin topluca uydukları, belli işaretlerle başlatılan file hareketleri uyguluyor. Polanyalıların bu basitleştirilmiş hızlı voleybol anlayışını Avrupa takımları daah kolay bulmaktalar.

Oyunculara, file hareketi yapma bakımından, yaratıcılık tanınmıyor, her şey önceden belli. Japonlarda serbest girişler yapılabilir, bunları pasör izlemek, değerlendirmek zorundadır, onun için de işi çok daha güçtür. Sovyetler ise ortadan bir uzak kurşun pas üzerine kuruyorlar oyunlarını. Böylece de hep tekli blok karşısında kalabiliyorlar. Buna karşılık Polanyalılar daha çok iki numaradan ikili sıçramaları kullanıyor, örmeler yapıyorlar. Servis bekleyişleri de değişik bu takımların. Japonlar genellikle beşli kırık hat W bekleyişi yapıyorlar. Polanyalılar U bekleyişi denen dörtlü bekleyişi yapıyorlar. Sovyetlerin, çeşitli bekleyişler arasında, L bekleyişi denen, üç smaçörü sol başta toplayıp birden açılarak fileye saldırmalarını sağlayan bir bekleyişleri var. Görüldüğü gibi, günümüzde artık yatık voleybol mu, yüksek voleybol mu bir tartışma yapılamaz. Hızlı voleybolu, her türlü pasıyla çağdaş voleybolu çeşitli ülkeler nasıl oynuyorlar, bunu araştırıp incelemek gerekir. Voleybolun Yayılışı 1976'daki Montreal olimpiyatları'nda gene Polonya birinci, Sovyetler Birliği ikinci sırayı aldılar. Japonya dördüncülüğe indi. Üçüncülüğü ise yeni bir takım, Küba kazandı. Kızlarda sıralama değişmedi :
1-Japonya;

2-Sovyetler Birliği;

3-Güney Kore.
Burada üstünde durulması gereken şey, Doğu Avrupa ile Asya takımlarının arasına bir Amerika takımının girmesidir. Önceleri yalnız Doğu Avrupa'da oynanan yüksek düzeydeki voleybola, sonradan Doğu Asya ülkeleri katılmıştı, şimdiyse ortaya bir de Amerika takımı çıkıyordu. Demek ki çağdaş voleybol bir yayılmayı getirmekteydi.1978'de Roma'da yapılan Erkekler Dünya Şampiyonası bu bakımdan çok ilginç bir görünümle sona erdi:
1-Sovyetler Birliği;
2-İtalya;

3-Küba;

4-Güney Kore.

Yörelere göre sıralarsak:

1-Doğu Avrupa;

2-Batı Avrupa;

3-Orta Amerika;

4-Doğu Asya.

Oldukça şaşırtıcı bir sonuç.Gerçi voleybolun çok yaygın bir spor olduğu hep bilinirdi, dünyanın her yanında voleybol oynanmaktaydı, ama yüksek düzeydeki voleybol belli yörelerin sporuydu. Anlaşılan bu durum artık değişiyordu.1978'de Sovyetler Birliği'nde yapılan Kızlar Dünya Şampiyonası'nda da değişik bir görünüm çizildi:

1-Küba;

2-Japonya;

3-Sovyetler Birliği;

4-Güney Kore;
5-A.B.D
6-Çin.
Kızlar dünya şampiyonalarına daha önce yalnız bir kez, 1974'de, katılıp yedinci olan Küba birinciliği kazanmış; 1967 yılı ikincisi A.B.D. on birincilik, on ikincilik gibi derecelerde dolaşırken, yeni ibr atılımla beşinciliğie yükselmiş; 1956 yılı altıncısı Çin, 1962'de dokuzunculuk, 1974'de on dördüncülük gibi iki dereceden sonra yeniden altıncılığa ulaşmıştı.1980'deki Moskova Olimpiyatları'na bazı ülkeler siyasal nedenlerle sporcularını göndermediler. Bu arada, A.B.D.'nin uzun emeklerle hazırlanan, ne yapacakları merakla beklenen kız voleybolcuları da yarışmalara katılamadı.


İlk dereceleri, başlangıç yıllarında olduğu gibi, Doğu Avrupa ülkeleri paylaştılar.1982'de Arjantin'de yapılan erkekler Dünya Şampiyonası'nda ise beklenmedik takımlar öne çıktı. Çağdaş voleybolun bütün dünyaya ayyıldığı açıkça görülüyordu. Bu yayılışı tam olarak belirlemek için ilk on beş dereceyi alan takımları sıralayalım :
1-Sovyetler Birliği
2-Brezilya
3-Arjantin
4-Japonya
5-Bulgaristan
6-Polonya
7-Çin
8-Güney Kore
9-Çekoslovakya
10-Küba
11-Kanada
12-Doğu Almanya
13-A.B.D
14-İtalya
15-Romanya

Gene 1982'de Peru'da yapılan Kızlar Dünya Şampiyonası'nda da ilk on beş sırayı şu takımlar aldı:

1-Çin

2-Peru
3-A.B.D
4-Japonya

5-Küba
6-Sovyetler Birliği

7-Güney Kore

8-Brezilya

9-Bulgaristan

10-Macaristan

11-Kanada

12-Avustralya

13-Meksika

14-Batı Almanya

15-İtalya

Görüldüğü gibi, ilk on beş dereceye giremeyen, şimdilik, yalnızca Afrika ülkeleri Bu düzeyde takımlar, gelip geçici çalışmalarla yetiştirilemeyeceğine göre, dünyanın dört bir yanında, durmadan yaygınlaşan bir "güç voleybolu" etkinliğinin sürdürülmekte olduğunu söyleyebiliriz

25 Haziran 2008 Çarşamba

İbn Rüşt


İbn-i Rüşt (1126 - 10 Aralık 1198) Endülüslü-Arap felsefeci ve hekim, bir felsefe, fıkıh, matematik ve tıp alimi. Kurtuba'da doğdu ve Marakeş, Fas'ta öldü. Künyesi Ebû El-Velid Muhammed Bin Ahmed Bin Muhammed Bin Ahmed Bin Ahmed Bin Rüşd

Hayatı


İbn-i Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba'daki en yüksek dereceli hakimiydi. Babası Ebu El-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler'in 1146'daki hakimiyetine kadar işgal etti.


Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 1160'ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta birçok davaya baktı.
Aristo'nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı . Eserlerini 1200lerde, Yakob Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti.


En önemli orijinal felsefî eseri Tehâfüt-ül Tehâfüt (Çelişkilerin Çelişkileri / İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı) ismini taşır ve Gazali'nin Tehâfüt-ül Felâsife (Felsefelerin Çelişkileri / Felsefelerin İnsicamsızlığı) isimli kitabındaki kendiyle çelişme ve İslama mugayir olma iddialarına karşı Aristo felsefesini savunur. Faslu'l-makâl ve el-Keşf an minhâci'l-edille isimli iki risalesi de felsefe-din ilişkilerini konu alır.


Endülüs'ü 12. yüzyılın sonralarında yayilan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasî problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas'a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur.


Felsefesi


İbn Rüşt, Aristo'nun düşünce sistemini İslam ile kaynaştırmaya çalışmıştır. Ona göre İslam'la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla doğruya ulaşabileceğini düşünmüştür. Kainatın ebediyetine ve formların ezeliyetine (pre-extant) inanırdı.


Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin varolanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye, açıklamaya çalıştığını savunan İbn Rüşt, bütün varlık türlerinin en tepesinde bulunan yüce bir varlık olarak Tanrı'ya yalnızca var olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi belirtmiştir. Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununlu birlikte, felsefe ve teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu söylemiştir.

Önemi

İbn Rüşt en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşt'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye tercümesiyle başlamıştır.

İbn Rüşt'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşt'ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], [Thomas Aquinas] ve (bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyecek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının gurubunu işaret etmiştir.

Edebiyatta İbn Rüşt

Orta Çağ'ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü, Dante İbn Rüşt'ü İlahi Komedya'da diğer büyük pagan filozoflarla beraber, "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo'da tasvir etmiştir.

İbn Rüşt, Jorge Luis Borges'in "İbn Rüşt'ün Arayışı" isimli hikayesinde trajedi ve komedi kelimelerinin anlamlarını ararken resmedilir.

22 Haziran 2008 Pazar

Gabriel Garcia Marquez

Kolombiyalı romancı Gabriel Garcia Marquez, 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığı zaman bütün dünyaca tanınan bir yazardı. Bu ödülün ona verilmesindeki neden, romanlarında Güney Amerika insanının yaşamını, düş ile gerçek arasında gezinen ilginç dünyasını şaşırtıcı güzellikte bir dille anlatmasıdır. Marquez anlattığı olayların ilginçliğinin yanı sıra, dilindeki akıcılık, renkli, canlı ve şiirsel anlatımıyla da çok sevilir.



Marquez, Magdalena kentinin Aracataca kasabasında yaşayan kalabalık bir ailenin 16 çocuğundan biriydi. Büyükbabası ve büyükannesi çocukluğunun unutamadığı kişile-rindendi. Büyükannesi küçük Marquez'e olağanüstü ilginç öyküler anlatır, anlatımındaki ustalıkla Marquez'i büyülerdi. Marquez, öykü anlatmayı büyükannesinden öğrendiğini konuşmalarında sık sık belirtir.



Bir din okulunda temel eğitimini tamamlayan Marquez daha sonra Hukuk Fakültesi'ne girdi. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.
Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında Kafka'nın Değişim adlı romanını okuduğunda, şiiri bıraktı ve romancı olmaya karar verdi.Özellikle igilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner 'a ait olanlardı. Ama yazarın üzerinde en fazla etkiye sahip yazar Kafka'ydı.Geçimini sağlamak için başladığı gazeteciliği, uzun yıllar, yazar, redaktör ve yayın yönetmeni olarak sürdürdü. Gazetelerde yazdığı gülmece öyküleri, sinema yazıları ve röportajlar ilgiyle izleniyor ve adının duyulmasını sağlıyordu. İlk romanı Yaprak Fırtınası (La hojarasca; 1955) kimse ilgilenmediği için yıllarca çekmecesinde bekledi. Oysa, bu romanı daha sonra ona ün kazandıracak romanlarının bütün özelliklerini taşıyordu.



Marquez 1955'te gazeteci olarak gittiği Paris'te, gazetesi ülkesindeki askeri yönetimce kapatıldığı için tam bir yoksulluk içine düştü. Yoksulluğa aldırmayıp kötü bir otel odasında Albaya Kimseden Mektup Yok (El Coronel no tiene quien la escriba; 1961), Şer Saati (La mala hora; 1962), Büyük Ana'nın Ölüm Töreni (Los funerales de la Mama Grande; 1962) gibi roman ve öykü kitaplarını yazıp bitirdi.1959'da Kolombiya'ya dönünce bir haber ajansında çalıştı. Bir yandan da ülkesindeki askeri diktatörlüğün yıkılması için yapılan siyasal çalışmalara katılıyordu. Ama iktidarın baskıları nedeniyle ülkesinde daha fazla kalamadı ve Meksika'da Meksiko kentine yerleşti. Burada gazetecilik ve senaryo yazarlığı yaptı.



Yaşamının yönünü değiştirecek romanı Yüzyıllık Yalnızlık'ı (den aftos de soledad; 1967) yayımladı. Yüzyıllık Yalnızlık olaylar yazarın imgeleminde yarattığı düşsel bir kent olan Macondo'da geçer. Bir ailenin yüzyıllık yaşamı içindeki bütün kuşakları, ailenin tek tek kişilerini, özelliklerini, toplumsal değişimlerle birlikte ailenin yaşadığı değişimi anlatır. Roman daha yayımlanır yayımlanmaz kahramanların ilginç kişilikleriyle, yazarın ayrıntılara düşkün inandırıcı ve akıcı anlatımıyla okurları etkiledi. Romanda en inanılmaz olaylar bile doğal, yalın, gerçekmiş gibi anlatılıyordu. Örneğin Macondo'ya dört yıl durmadan yağmur yağıyor ya da Dolores, öleceği anda bir melek gibi göğe yükseliyordu. Marquez romanının fantastik bir roman olmadığını, halkın geleneksel kültürü içinde olayları böyle algıladığını ve kendisinin de buna bağlı kaldığını söyleyerek yönteminin "büyülü şiirsellik" diye adlandırılabileceğini belirtti.



Yüzyıllık Yalnızlık kısa sürede çok sayıda dile çevrildi ve yazar da büyük bir üne kavuştu. Bu arada, Marquez'e duyulan ilgi Latin Amerika kültürüne de ilgi duyulmasını sağladı. Ardından yayımladığı Başkan Babamızın Sonbaharında (El Otono del Patriarca; 1975) Latin Amerikalı bir diktatörü anlattı. Yapıtları diktatörleri rahatsız etti, Marquez ülkesine sokulmadı. Ama Kolombiya halkı onu çok seviyor, her kitabı 1 milyonun üzerinde satılıyordu.



Marquez bir edebiyatçı olarak sinema sanatına mesafeli durmuştur. Ona göre sinema izleyicisi tutsaktır, okur ise uçabilir. Okur roman kahramanlarını istediği gibi canlandırıp istediği mekanlara yerleştirebilir. Bir roman filme alındığında ise roman kahramanı artık kendisini canlandıran aktörle hatırlanmaya mahkumdur. Marquez bu gibi gerekçelerle romanlarının filme alınmasına izin vermemiş bunun yerine senaryo yazmayı daha uygun bulmuş ve sinema ile olan tek ilişkisinin bundan ibaret olduğunu belirtmiştir.



Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi (Cronica de una muerte anunciada; 1981) ve Kolera Günlerinde Aşk (El amor en los tiempos del colera; 1985) gibi romanlarında da Latin Amerika insanının yaşama biçimini, kültürünü konu alır. Türkçe'ye hemen hemen bütün yapıtları çevrilen Marquez ülkemizde de çok sevilir.