31 Ağustos 2007 Cuma

MİM

Eski bir dostum:( beni mimlemiş ama bir 5 günlük gecikmeyle farkettim ne yazıkki...



Hımm bende bitirmiyim.ishi,x-death ,yağmur ve meslektaşım jazzrail'i mimliyorum.

30 Ağustos 2007 Perşembe

İstanbul Tarihi



İstanbul'un tarihi 300 bin yıl önceye kadar uzanır. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanmıştır. Bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yaşadığı sanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ'a, Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ ile Üst Paleolitik Çağ'a özgü aletlere rastlanmıştır.

M.Ö. 5000 yıllarından itibaren başta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı'da yoğun bir yerleşimin başladığı sanılmaktadır. Ama bugünkü İstanbul'un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. Yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentlerinden biri sayılmıştır.

M.Ö. 5000 yıllarından itibaren başta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı'da yoğun bir yerleşimin başladığı sanılmaktadır. Ama bugünkü İstanbul'un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. Yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentlerinden biri sayılmıştır. İSTANBUL TARİHİNDEKİ BELLİ BAŞLI DÖNEMLER
Bizantion (M.O. 660 - M.S. 324) Yunanistan'dan gelen Megara'lılar M.Ö. 680'lerde Marmara Denizi'ni geçerek İstanbul'a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy'de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. "Körler Ülkesi" olarak da anılan Halkedon'un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660'larda da Trak kökenli komutanları Bizans önderliğinde yola çıkan Mega'lıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu'nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı'ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megara'lılar, komutanlarının adından hareketle, kente "Bizantion " adını verdiler. Bu yörede Megara'lılardan önce de bazı Trak toplulukları yaşadığı bilindiği için Megara'lılarla yerli halkın kaynaşmış oldukları sanılmaktadır.

Pek çok istilalara uğrayan Bizantion, M.Ö. 269'da Bithynialılar tarafından yağmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202'de Makedonyalılar'ın tehdidinden korkarak, Bizantion Roma'dan yardım isteğinde bulundu. Bu dönemden itibaren kentte Roma İmparatorluğu'nun etkisi başlamış ve M.Ö 146'da kent Roma'nın egemenliğine girmiştir. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline gelmiştir. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü sona ermiştir.

73 yılında Bizantion Roma'nın Bithynia-Pontus eyaletine bağlandı. İmparator Vespasianus kentin gelişimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar'ın tarafını tutan Bizantion'u kuşatarak kenti yağmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inşa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inşaatını başlattı. 269'da kent bu defa Gotlar'ın saldırısına uğradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. 313'de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. I. Constantinus, Nicomedialılar'la yaptığı savaşı kazanarak kenti geri aldı.

Roma İmparatorluğu'nun başkenti (324 - 395)
Bizantion Roma'nın Doğu'sunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi.I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion'a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri yeniden düzenlendi. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı.


Septimus Severius'un başlattığı hipodrom inşaatı tamamlandı. 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi. Hipodrom duvarlarının üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik'e, San Marco Meydanı'na taşındı. Hipodrom'daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi'nin bulunduğu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapı Sarayı'nın bulunduğu yer) yapıldı. Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adı Constantinopolis olarak ilan edildi.

Önce Aya İrini, ardından 360 yılında da Ayasofya kiliselerini yaptıraran I. Constantinus, kenti Hırıstiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirdi.

Bizans İmparatorluğu Dönemi (395 - 1453)
476'da Batı Roma'nın yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu'na dönüşmüş ve İstanbul da, bu yeni imparatorluğun başkenti haline gelmiştir.

6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu ve İstanbul için yeni bir yükseliş döneminin başlangıcıdır. İmparator I. Jüstinyen yönetimindeki bu dönemde daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle yeniden inşa edilmiş, 543'lerde kentte görülen ve nüfusun yarısının ölümüne sebep olan veba salgınının izleri silinmiştir.

7, 8 ve 9. Yüzyıllar İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar'ın saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda Bulgarlar ve Müslüman Araplar dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kuşattılar.

1204'de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve yağmalandı. Bu işgal ve yağma sonrasında ortaçağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü.

dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik'e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi.İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan'daki Epiros'ta bir Bizans muhalefeti gelişti. 1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleşmis hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya başlamıştı. Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul'u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul'daki Latin dönemi sona erdi.

Osmanlı İmparatorluğu Dönemi (1453-1923)
Kent, 1391 yılından başlayarak Osmanlılar tarafından kuşatılmaya başlandı. 1396'da I. Bayezid (1389-1403), Karadeniz'den gelecek yardımları önlemek için kentin Anadolu yakasına bir hisar yaptırdı.Kenti almaya kararlı olan II. Mehmed de (1451-1481), Bizans'a Kuzey'den gelecek yardımları her iki taraftan Boğaz'ı tutarak önlemek için bu defa kentin Avrupa yakasına Rumeli Hisarı'nı inşa ettirdi. İstanbul'un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 16 kadırgadan oluşun güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz'lilerin elinde bulunan Galata'nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. İki aya yakın süren bu kuşatma dönemi 29 Mayıs 1453 günü sabaha karşı başlayıp, öğleden sonra kentin ele geçirilmesiyle tamamlandı. Bu tarihten itibaren İstanbul bir Osmanlı kenti oldu.

Fetihten sonra şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu.Bizans'ın son dönemlerinde görkemini yitirmiş olan kentte, öncelikle eskiden kalma binalar ve surlar onarılmaya başlandı. Bizans altyapıları üzerinde Osmanlı'nın temel kurumlarının binaları yükselmeye başladı. Büyük su sarnıçlarının da korunması sağlandı. Osmanlı kimliğine uygun bir gelişme gösteren İstanbul artık imparatorluğun başkenti idi.

Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve sürgünlerle oluşan mahalleler daha sonraki İstanbul idari yapısının temelini oluşturdu. 1459'da İstanbul her biri farklı demografik özellikler taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduğu Suriçi, diğer üçü ise surdışında yeralan ve "Bilad-i Selase" olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar'dı. 1457 sonunda eski başkent Edirne'nin uğradığı büyük yangınla şehre yeni göçmenler geldi ve şehir oldukça şenlendi. İstanbul, fetihten elli yıl sonra Avrupa'nın en büyük şehri haline geldi.

16. yüzyıla büyük bir şehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509 depreminde çok zarar gördü. 8 Şiddetinde olduğu tahmin edilen ve artçı sarsıntıları 45 gün süren depremde binlerce bina yıkıldı, binlerce kişi öldü.
İstanbul, 1510'da Sultan II. Bayezıd tarafından 80.000 kişinin istihdamıyla neredeyse yeniden kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoğunluğu bu devirden kalmıştır.

1520-1566 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman yönetiminde İstanbul birçok değerli esere ve izleri günümüze kadar ulaşan bir kent planına kavuşarak, gelişmiştir. Bu dönemde özellikle Mimar Sinan imzalı birbirinden değerli çok sayıda eser inşa edilmiştir. Veba salgını, yangınlar ve sellere rağmen Kanuni dönemi İstanbul için tam bir yükseliş dönemi sayılmıştır.
Lale Devri olarak da anılan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın sadrazamlığındaki 1718-1730 yılları, itfaiye teşkilatının kurulması, ilk matbaanın açılması ve çeşitli fabrikaların inşasıyla İstanbul'un değişmeye başladığı dönemdir.

3 Kasım 1839'da Topkapı Sarayı'nın Gülhane Bahçesi'nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul'da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul'da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı.

Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi'nde Sarıyer'e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz'a doğru büyüdü.Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye'nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti'nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi'nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır.

23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet ve 24 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilanlarına sahne olan ve halk arasında "Üçyüzon Depremi" denen 1894 depreminde büyük zarar gören İstanbul', II. Dünya Savaşı'nın ardından 13 Kasım 1918'de İtilaf Devletleri donanmasınca işgal edildi.
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla İstanbul'un başkent dönemi sona erdi.

Osmanlı Padişahları
Osman Gazi 1299-1326
Sultan Orhan Gazi 1326-1359
Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389
Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403
Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421
Sultan Murad II 1421-1451
Fatih Sultan Mehmed 1451-1481
Sultan Bayezid II 1481-1512
Yavuz Sultan Selim 1512-1520
Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566
Sultan Selim II 1566-1574
Sultan Murad III 1574-1595
Sultan Mehmed III 1595-1603
Sultan Ahmed I 1603-1617
Sultan Mustafa I 1617-1623
Sultan Osman II 1617-1622
Sultan Murad IV 1623-1640
Sultan İbrahim I 1640-1648
Sultan Mehmed IV 1648-1687
Sultan Süleyman II 1687-1691
Sultan Ahmed II 1691-1695
Sultan Mustafa II 1695-1703
Sultan Ahmed 1703-1730
Sultan Mahmud I 1730-1754
Sultan Osman III 1754-1757
Sultan Mustafa III 1757-1774
Sultan Abdülhamid 1774-1789
Sultan Selim III 1789-1807
Sultan Mustafa IV 1807-1808
Sultan Mahmud II 1808-1839
Sultan Abdülmecid 1839-1861
Sultan Abdülaziz 1861-1876
Sultan Murad V 1876-1876
Sultan Abdülhamid II 1876-1909
Sultan Mehmed Reşad 1909-1918
Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922

www.istanbul.net.tr

Che Guevera-Fidel Castro'nun Söyledikleri

Che'ye ilk kez 1955 Temmuz ya da Ağustosunda rastladım. Bir gece içinde, gelecekteki Granma yolcularına katılmaya karar verdiğini yazmıştır, oysaki o anda yolculuk için ne gemi, ne silah, ne de insan vardı. İşte bu koşullar altında Raul ile birlikte, Che, Granma listesinde yer alan ilk iki kişiden biri oldu.

O günden beri oniki yıl geçti. Mücadele dolu ve tarihi bakımdan anlamlı günler bunlar. Bu zaman içinde, ölüm, pekçok mert ve değerli insanı aramızdan aldı. Fakat, aynı zamanda, devrim yıllarında, olağanüstü insanlar ortaya çıktı. Bu kişiler devrimciler arasında çelikleşmişti. Bunlarla halk arasında anlatamayacağım derecede güçlü sevgi ve arkadaşlık bağları kuruldu.

Bu gece, bize en yakın olanlardan birini, en çok hayranlık duyulan, en çok sevilen ve kuşkusuz, devrimci yoldaşlarımız arasında en olağanüstü olan birini anmak için toplandık. Onun için ve onunla dövüşüp onunla düşen kahramanlar için, Che'nin tarihe şanlı ve unutulmaz bir sayfa ekleyen uluslararası ordusu için duygularımızı dile getirmek üzere buradayız.

Che, sadeliğiyle, karakteriyle, doğallığıyla, arkadaşça tutumuyla, kişiliğiyle, kendine özgü nitelikleriyle, daha başka özellikleri ve eşi emsali bulunmaz erdemleri öğrenilmeden önce bile, hemen sevgi uyandıran kişilerdendi.

İlk günlerde, birliğimiz doktoruydu. Daha sonraları arkadaşlık bağları ve onun için beslenen sıcak duygular daha da güçlendi. Emperyalizme karşı nefret ve kinle doluydu. Bunun nedeni yalnızca politik eğitiminin daha o zamanlarda oldukça gelişmiş olması değildi. Ayrıca, kısa bir zaman önce, Guatemala'da kiralık askerlerle devrimi bastıran katil emperyalizmin işgaline tanık olmuştu.

Che gibi biri için, fazla araştırıp soruşturmaya, kanıt aramaya gerek yoktu. Bu duruma karşı silah elde savaşmaya hazır insanların varloduğunu bilmek ona yetiyordu. Bu insanların içten gelen devrimci ve yurtsever ideallerden esinlendiklerini bilmek onun için yeterliydi. Fazlasıyla yeterliydi.

1956 Kasımının sonlarında bir gün, bizimle birlikte Küba'ya doğru yola çıkmaya karar verdi. Bu yolculuğun onun için özellikle çok zor olduğunu hatırlıyorum, çünkü yol hazırlığı koşulları içinde kendisine gerekli olan ilaçları bile yanına alamamıştı. Yolculuk sırasında, şiddetli bir astım krizine yakalandı, hastalığın pençesinde çaresizdi, yine de ağzından tek bir şikayet sözü çıkmadı.

Vardık, ilk yürüyüşümüze giriştik, ilk geri çekilmemizin acısını yaşadık ve birkaç hafta sonra, Granma yolculuğuna katılanlardan sağ kalanlar biraraya gelmeyi başardı. Che yine birliğimizin doktoruydu.

İlk savaşımızdan zaferle çıktık, artık Che birliklerimizde hem askerlik, hem de doktorluk yapıyordu. İkinci savaşımızdan da zaferle çıktığımızda, Che, artık yalnızca bir asker değil, savaşın en önde gelen kahramanlarından biriydi, tüm askeri eylemlerinde ona özgü olan olağanüstü başarılardan birini kazanmıştı bile. Güçlerimiz gelişmeye devam etti ve yine son derece önemli olan yeni bir savaşa giriştik.

Durum zordu. Aldığımız istihbarat birçok bakımdan yanlıştı. Şafakta, gündüz ışığında, deniz kenarında, iyi korunmuş, güçlü silahlarla savunulan mevzilere saldıracaktık. Düşman birlikleri gerimizdeydi, pek uzak da değillerdi. Bu karmaşı koşullarda, askerlerimizden olağanüstü bir çaba istememiz gerekiyordu.

Yoldaş Juan Almeida, en güç görevlerden birini üzerine aldı, fakat yan kanatlardan biri saldırı güçlerinden yoksun kalmıştı, bu yüzden tüm harekat tehlikeye giriyordu. O anda, doktor olarak çalışmasını da bir yandan sürdüren Che, yanına iki-üç adam aldı, bunlardan biri makinalı tüfekliydi, birkaç saniye içinde saldırıyı başlattılar.

O durumda yalnızca seçkin bir savaşçı değil, aynı zamanda harika bir doktordu, hem yaralanan yoldaşlarımızın yardımına koşuyor, hem de yaralı düşman askerlerine bakıyordu.

Tüm silahlar elden gittiğinde, bulunduğumuz konumu terketmek zorunda kalıp birkaç düşman birliğinin saldırılarına göğüs gererek uzun bir yoldan geri çekildiğimizde, birinin yaralılarla birlikte geride kalması gerekiyordu. Che kaldı. Askerlerimizden küçük bir grubun yardımıyla yaralılara baktı, hayatlarını kurtardı, sonra onlarla birlikte yürüyüş kolumuza katıldı.

O günden sonra, Che, yetenekli ve yiğit bir lider olarak hep yanımızdaydı, zor bir görev söz konusu olduğunda, "üzerine alır mısın?" diye sorulmasını beklemezdi bile.

El Uvero savaşında da böyle oldu. Yine aynı mükemmel davranışları gösterdi. İlk günlerde, beklenmedik bir durum ortaya çıkmış, küçük birliğimiz birkaç uçağın saldırısına uğramıştı. Bombardıman altında geri çekilmek zorunda kaldık. Belirli bir uzaklığa dek yürüdükten sonra, ilk eylemde bizimle birlikte olan, fakat sonra ailelerini ziyaret etmek için izin alıp evlerine giden bazı köylü askerlerimizin tüfeklerini hatırladık. O günlerde, henüz çekirdek halindeki ordumuz tam bir disipline kavuşmamıştı. Tüfeklerin belki de kaybolduğunu düşündük. Daha sorun ortaya çıkar çıkmaz Che gönüllü oldu, bombardıman sürüp giderken tüfekleri kurtarmak için öne atıldı.

En başta gelen belirleyici özelliklerinden biri, en tehlikeli görevler için derhal gönüllü olmakta gösterdiği yiğitlikti. Elbette ki, bu da büyük bir hayranlık uyandırıyordu -her zamanki hayranlığın iki katını uyandırıyordu. Bu ülkede doğmamış olan, bizimle savaşan bir asker, derin düşüncelere sahip bir adam, zihni kıtanın diğer parçalarında mücadele etme hayalleriyle dolu bir kişi, her an en tehlikeli görevleri üstelenecek kadar, hayatını sürekli tehlikeye atacak kadar kendi kaderini hiçe sayan, kendini feda eden yiğit bir savaşçıydı.

Sierra Maestra'da örgütlenen ikinci savaş kolunun komutanlığını ve liderliğini işte böyle elde etti. O günden sonra da sürekli yükseldi. Savaş süresince en yüksek kademelere ulaşan büyük bir askerdi.

Che, eşi bulunmaz bir asker, eşi bulunmaz bir liderdi. Che, askeri görüş açısından, olağanüstü yetenekli, olağanüstü cesaretli, olağanüstü mücadeleci bir insandı. Gerillacı olarak, bir tek Achille topuğu vardı, son derece mücadeleci karakterliydi ve tehlikeyi küçümserdi.

Düşman, onun ölümünden bazı sonuçlar alacağına inanıyor. Che, savaş uzmanıydı. Gerillacılığın sanatçısıydı. Bunu sayısız kereler gösterdi. Fakat, özellikle iki olağanüstü olayla çok mükemmel biçimde kanıtladı. Bunlardan ilki, askeri bir kola komuta ettiği işgal harekatıdır. Bu kolu, düz ve hiç bilinmeyen bir arazide, binlerce düşman askeri izliyordu. Burada Che, Camilo Cienfuegos ile birlikte olağanüstü askeri başarılar kazandı. Las Villas bölgesindeki yıldırım harekatında, özellikle tanklarla, topçu ateşiyle, binlerce piyade askeriyle savunulan Santa Clara kentine yaptıkları cüretkar baskında da gösterdikleri başarı büyüktü. Bu iki kahramanlık, onu olağanüstü yetenekli bir lider, devrimci savaşın ustası, sanatçısı olarak tarihe geçirdi.

Yine de, kahramanca ve şanlı ölümünden sonra, bir takım kişiler, onun görüşlerinin, gerilla teorisinin değerini inkar etmeye kalkışıyorlar. Bir sanatçı ölebilir -özellikle gerilla savaşı gibi tehlikeli bir alanın sanatçısıysa- ama asla ölmeyecek olan, yoluna hayatını adadığı, zekasını uğruna seferber ettiği sanattır.

Bu sanatçının savaşta ölmesinde şaşılacak ne var? Asıl şaşılacak olan, devrimci mücadelemizde, hayatını pekçok kez tehlikeye attığında, çarpışmalar sırasında ölmemiş olmasıdır. Çoğu kez, önemsiz eylemlerde, hayatını kaybetmesi diye onu geri çekmek gerekiyordu.

İşte sonunda bir çarpışmada -katıldığı pekçok çarpışmadan birinde- hayatını yitirdi. Bu çarpışmadan önceki koşulları ya da aşırı derecede mücadeleci tutumu içinde nereye kadar çarpışabileceğini tam olarak anlamamıza yetecek kadar bilgimiz yok. Fakat gerilla savaşçısı olarak bir Achille topuğuna sahipse, bu onun son dereceye varan mücadeleciliği, tehlikeyi hiçe saymasıydı, diye tekrarlamaktan çekinmeyiz.

Bu yönden, ona hak veremiyoruz, çünkü onun hayatını, deneyimini, lider olarak yeteneğini, otoritesini, onun hayatındaki herşeyi, kendisinin düşündüğünden çok daha değerli, kıyas kabul etmeyecek kadar, çok daha değerli sayıyoruz.

Bu davranışında, insanın tarihte göreli bir değere sahip olduğu, insanların düşmesiyle davanın yenilmeyeceği, tarihin güçlü yürüyüşünün liderlerin ölümüyle durmayacağı düşüncesinden esinlenmiş olabilir.

Bu gerçektir, bundan kuşku duyulamaz. O insana olan inancını gösterdi, düşüncelere olan inancını kendi örneğiyle kanıtladı. Bununla birlikte -birkaç gün önce söylediğim gibi- bütün yüreğimizle, onu yeni yeni zaferlerin yaratıcısı olarak görmek istiyorduk, onun önderliğinde yaratılacak zaferleri görmek istiyorduk, çünkü onun deneyimine sahip, onun çapında, onun gerçekten benzersiz yeteneğini taşıyan insanlara her zaman rastlanmaz.

Onun örneğinin değerini tam olarak anlıyoruz. Pekçok insanın onun örneğine göre yaşayacağına, halkın içinden onun gibi insanlar çıkacağına kesinlikle inanıyoruz.

Che'de biraraya gelen tüm erdemlere sahip bir insan bulmak kolay değildir. Bir kişinin, kendiliğinden onunkine benzer bir karakter geliştirmesi kolay değildir. Ona yetişmek zor, onu aşmaksa çok zordur. Ama unun gibi insanların oluşturduğu örneğin, o çapta kişilerin ortaya çıkmasında katkıda bulunacağını söylemek isterim.

Che'de hayran olduğumuz yalnızca savaşçı kişi, büyük olayları gerçekleştirmeye yeterli insan değildir. Yaptıkları, yapmakta oldukları, bir avuş kişiyle, yankee emperyalizmince gönderilen yankee danışmanlarının eğittiği, tüm komşu oligarşilerce desteklenen yönetici sınıflara ait orduya karşı savaş açması, bütün bunlar, başlıbaşına olağanüstü olaylardır.

Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, bu kadar az adamla bu derece önemli görevlere atılan, bu kadar az adamla bu denli büyük güçlere karşı çarpışan bir başka lider bulamayız. Kendine böylesine güvenin, halka böylesine güvenin, insanın mücadele yeteneğine böylesine güvenin bir eşi tarih sayfalarında aranabilir -ama, asla bulunamaz.

Ve o öldü.Düşman böylelikle onun düşüncelerinin, gerilla kavramının, silahlı devrimci savaş görüşünün yenildiğine inanıyor. Şansları rast gitti de fiziksel varlığına son verebildiler yalnızca. Yalnızca, düşmanın savaşta her zaman kazanabileceği geçici bir avantaj elde edebildiler. Onun özelliklerinin, son sınırına varan mücadeleciliğinin, tehlikeyi hiçe sayışının, bu beklenmedik anda, bu savaşta da diğer birçok savaştaki gibi şansın düşmanın yüzüne gülüşünde, kaderin böyle birdenbire düşmandan yana tavır alışında, ne derecede yardımcı olduğunu bilmiyoruz. Bizim bağımsızlık savaşımızda da böyle oldu. Dos Rios'daki savaşta bağımsızlık savaşımızın havarisini öldürdüler, Punta Brava'daki çarpışmada yüzlerce savaşın eski tüfek askeri Antonio Maceo'yu şehit ettiler. Bağımsızlık mücadelemizde sayısız önder, sayısız yurtsever savaşırken öldürüldü. Yine de, Küba davası yenilgiye uğramadı.

Che'nin ölümü -birkaç gün önce de söylediğimiz gibi- devrimci harekete indirilen çok ağır, çok müthiş bir darbedir. En deneyimli ve en yetenekli liderinden yoksun etti hareketi bu darbe. Zafer hayalleri kuranlar aldanıyorlar. Bu ölümün onun düşüncelerinin sonu, taktiklerinin, gerilla kavramının, teorisinin bitimi olduğunu düşünenler çok yanılıyorlar. Çünkü bu düşen adam, bir ölümlü olarak, bir asker olarak, bir lider olarak, pekçok kez göğsünü mermilere siper eden bir savaşçı olarak, onu şans eseri öldürenlerden çok daha fazla kitleleri etkileme olanağına sahiptir.

Ama yine de, devrimciler bu ağır kayıba nasıl dayansınlar? Onun yokluğuna nasıl dayansınlar? Che bu konuda görüşünü açıklayacak olsaydı, ne derdi acaba? O, görüşünü daha önce belirtti, Latin-Amerika Dayanışma Konferansına gönderdiği mesajda, "ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi" diye yazarken bu görüşü açıkca ortaya koydu.

Onun savaş sloganı bir değil, milyonlarca kulağa ulaşacak. Silahları almak için bir değil, milyonlarca el uzanacak. Yeni liderler doğacak. Kulakları savaş sloganını duyan ve elleri silahlara uzanan halkın safları arasından çıkan önderlere ihtiyaç duyacak; yine, tüm devrimlerdeki gibi, önderler ortaya çıkacak.

Che gibi olağanüstü deneyimli ve muazzam yetenekli bir öndere hemen ulaşamayacak bu eller. Liderler uzun mücadele süreçleri içinde oluşacak. Bu önderler, savaş sloganını kulağı duyan milyonlar arasından, elleri er geç silahlara uzanacak olan milyonlar arasından çıkacak.

Onun ölümünün, zorunlu olarak, devrimci mücadele pratiği alanında derhal yankı uyandıracağını, bu mücadelenin gelişiminin pratiği alanında derhal etkili olacağını düşünmüyoruz. Che, yeniden silaha sarıldığında, derhal zafere ulaşmayı beklemiyordu, oligarşi ve emperyalizmin güçleri karşısında hızla zafere koşacağını sanmıyordu. Deneyimli bir lider olarak, beş, on, onbeş hatta yirmi yıllık bir savaşa hazırlanmıştı. Beş, on, onbeş ya da yirmi yıllık bir savaşa, gerekirse ömrü boyunca savaşmaya hazırdı! Bu bakış açısından, ölümü -daha doğrusu örneği- muazzam bir etki yaratacaktır. Bu örneğin gücü yenilmez olacaktır.

Fidel Castro 18 Ekim 1967

BLOGUMDAKİ HİÇBİR YAZI HERHANGİ BİR SİYASİ İDEOLOJİYİ DESTEKLEMEK DEĞİL TARİH ADINA YAZILMUŞTIR.İLGİNİZE TEŞEKKÜR EDERİM.

Turgut Özal



Eğitimi
4 yaşındayken Bilecik'in Söğüt ilçesine taşınan Özal, ilköğrenim hayatına burada başladı. Babasının görevi nedeniyle sık sık il değiştiren Özal, ortaokulu Mardin'de bitirir. Mardin'de lise olmaması nedeniyle, Konya Lisesi'nde eğitimine devam eden Turgut Özal bu dönem içerisinde kardeşi Korkut Özal da ona eşlik etmiştir. Son olarak Kayseri Lisesi'nde lise eğitimini bitiren Özal, İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği'ni burslu olarak okur. 1950 yılında mezun olur.

Aile Hayatı
Turgut Özal, 1952 yılına kadar kısa süreli bir evlilik yaşar. Bu evlilikten sonra çalıştığı kurum Elektrik İşletmesi Etüd İdaresi'nde daktilocu olarak görev yapan Semra Özal ile evlenerek Ahmet, Zeynep ve Efe adlı üç çocuk sahibi olurlar.

Kariyeri
Evlendikten sonra, Amerika'da ihtisas yapmaya giden Özal ekonomi branşında eğitim alır.
Geri döndüğünde EİEİ Genel Müdür Yardımcısı (ya da Genel Direktör Teknik Müşaviri; kayıtlar arasında ikilem mevcut) olur ve Türkiye'de elektrifikasyon üzerine projelerde çalışır.
1958 yılında Planlama Komisyonu'nda sekreterya görevini yaptıktan sonra 1959 yılında Ankara Ordanat Okulu'nda yedek subay olur. Dönemin Devlet Su İşleri Genel Müdürü 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de, bu dönem içerisinde yedek subay öğrencisi olarak aynı kurumda çalışır. ANAP kayıtlarına göz gezdirecek olursak, Özal'ın ona komutanlık ve öğretmenlik yaptığını görebiliriz. Askerliği sonrasında Devlet Planlama Teşkilatı'nın kuruluşunda çalışan Özal, 1965 seçimlerinden sonra Süleyman Demirel'in danışmanı olarak görev yapar. 1967 yılında DPT Müsteşarı olan, 12 Mart 1971 darbesinden sonra 1973 yılına kadar Dünya Bankası Sanayi Dairesi'nde danışman olarak çalışan Özal yurda döndükten sonra başta Sabancı Holding olmak üzere birçok sektördeki, birçok şirket için yönetici olarak çalışır. (Sabancı Holding'deki görevinin Genel Koordinatörlük olduğu ileri sürülmektedir)
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, IMF politikalarını uygulamak amacıyla Bülend Ulusu Hükümeti'nde ekonomiden sorumlu Başbakan yardımcılığı görevine getirilir. Bu göreve getirildikten 22 ay sonra, 14 Temmuz 1982 yılında istifa eder.

Siyasi Hayatı

7 Kasım 1983
20 Mayıs 1983'de Anavatan Partisi'ni kuran Özal 6 Kasım 1983'deki seçimlerde 400 kişiden oluşan parlamentoda 211 milletvekili çıkararak iktidar ve 45. Dönem Başbakanı olur. 1984 yerel seçimlerinde tekrar iktidar olan Özal, 13 Nisan 1985'de yapılan ilk kongrede tekrar genel başkanlığa seçilir.
1987 yılında yapılan genel seçimlerde, 292 milletvekili çıkartarak tekrar çoğunluğu sağlar ve 46. Dönem Başbakanı olur. (Her ne kadar Anavatan Partisi'nin resmi web sitesi 47. Dönem başkanı oldu dese de. 47. Dönem Başbakanı, hakkındaki fıkralarıyla ünlü, Yıldırım Akbulut'tur.)
18 Haziran 1988'de Anavatan Partisi 2. Olağan Kongresi sırasında Kartal Demirağ tarafından suikast girişiminde bulunulan Özal, önce ölüm cezasına çarptırılan, ardından cezası 20 yıla indirilen Kartal Demirağ'ı cumhurbaşkanlığı döneminde affetti.

Cumhurbaşkanlığı ve Ölümü
31 Ekim 1989'da Anavatan Partisi'nin meclis çoğunluğuyla 8. Cumhurbaşkanı seçilen Turgut Özal 9 Kasım 1989 tarihinde resmi olarak görevine başladı. 17 Nisan 1993 Turk birligini kuruyordu o yuzden zehirlenerek olduruldu , bazi guçlerin(ABD)bunu onlemek için Ozal'i oldurdu. Otopsisi yapılmadan Adnan Menderes anıtının karşısında İstanbul'da özel bir anıtta toprağa verilmiştir. Otopsi yapılmadan defnedilmesi Özal'ın ölümünde karanlık noktalar olduğu şüphelerini uyandırmaktadır. [kaynak belirtilmeli]

Ölümü ve Cenazesi
18 Nisan 1993
Turgut Özal'ın ölüm tarihi, Süleyman Demirel'in 21 Ekim seçimlerinde "500 günde herkese 2 anahtar" (biri ev, biri araba için) vaadiyle iktidara gelmesinden 533 gün sonra gerçekleşmiştir. Bu vesile ile günümüzde hala devam eden bir komplo Teorisine konu olmuştur, bu diyalogların ana sebebi de hanımı Semra Özal'ın günümüzde halen devam eden açıklamalarıdır.
Turgut Özal'ın cenazesine Türkiye'nin dört bir yanından yüzbinlerce kişi akın etmiş, televizyonlardan canlı yayımlanmış; ülkede bayraklar yarıya indirilmiştir. Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, Turgut Özal ile de yakın dost olan George H. W. Bush da, mevlidine katılmış ve gözyaşlarını tutamamıştır.Turgut Özal'ın öldürülmediği ve bir suikasta kurban gitmiş olabileceği de yıllardır tartışılmaktadır.

Kaynakça :
Anavatan Partisi Özal Albümü
Dışişleri Bakanlığı Turgut Özal Bölümü (Diğer tüm biyografilerinden değişik bilgiler içermektedir.)
Biyografi.Net Turgut Özal Bölümü
Kimkimdir.Gen.Tr de içerisinde bulunmak üzere, birçok diğer web sitesi de yukardaki üç biyografiyi kaynakça göstermeden kullanmıştır.
Turgut Özal'ın Değişim Modeli ve Değişime Karşı Direnen Güçlerin Tahlili - Prof. Dr. Coşkun

WİKİPEDİA
BLOGUMDAKİ HİÇBİR YAZI HERHANGİ BİR SİYASİ İDEOLOJİYİ DESTEKLEMEK DEĞİL TARİH ADINA YAZILMUŞTIR.İLGİNİZE TEŞEKKÜR EDERİM.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Karagöz ve Hacivat Oyunları Tarihçesi


Deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanan gölge oyunu doğu kültürlerine özgü bir sanattır ve ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar (Bizdeki Karagöz ve Hacıvat efsanesine benzerlik dikkat çekicidir). Bir başka rivayete göre ise Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır.

Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir. Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir. Bu tekniğin Türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman Karagöz ve hacıvat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulucami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi ( Karagöz ) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz ( Hacıvat ) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş, Hacıvat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacıvat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.
D.T.C.F Tiyatro kürsüsü eski başkanlarından Prof. Metin And’a göre ise, 1517 yılında Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in Memlük sultanı Tumanbay’ın Nil nehri üzerindeki Roda adasında asılışını hayal perdesinde canlandıran bir hayal sanatçısını, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da görmesini arzu ederek İstanbul’a getirmesiyle gölge oyunu Anadolu’ya girmiştir: “Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır’dan almışlardır. Mısır oyunlarında birbirinden kopuk sahneler bulunduğu için ilk başlarda Türk gölge oyunlarında da buna uyulmuştur. Ayrıca, Mısır gölge oyunlarında belirli, kalıplaşmış kişilere pek rastlanmaz. Nitekim 16. yüzyılda Karagöz ve Hacıvat’ın adını pek duymayız. Böylece, Mısır’dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış, çok renkli, hareketli bir biçim verilmiş, kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı çevresinde yayılmıştır. Böylece gölge oyunu Mısır’a yani geldiği yere bu yeni biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim bir çok gezgin, 19. yüzyılda Mısır’daki gölge oyununu anlatırken, bunun karagöz olduğunu, Mısır’a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.”
Sayın Prof. Metin And'ın bu görüşüne karşılık olarak ise Cevdet Kudret şöyle yanıt vermektedir; "Geleneksel tiyatromuz üzerindeki çalışmalarıyla konuya yeni belgeler ve görüşler kazandıran değerli incelemeci Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı büyük eserinde gölge oyununun Türkiye'ye 16. yüzyılda gelmiş olduğunu ve Türkiye'de gölge oyununun varlığını kesin olarak gösteren kaynaklara da 16. yüzyılda rastlanmakta olduğunu ileri sürmüştür. Kitabımızın ön yazısında da sözünü ettiğimiz üzere İbni İlyas adlı bir Arap tarihçinin eserinden öğrendiğimize göre 1.Selim (Yavuz) Mısır'ı aldığı yıl (1517), Cize'de seyrettiği bir gölge oyununu çok beğenmiş, Memluk Sultanı 2. Tumanbay'ı nasıl idam ettirdiğini gösteren bu oyunu oğlu veliahd Süleyman (Kanuni)'ın da görüp eğlenmesi için Mısır'lı hayalciyi İstanbul'a götürmek istediğini bildirmiştir. Metin And, bu belgeyi "gölge oyununun Türkiye'ye 16. yüzyılda Mısır'dan gelmiş olduğu üzerine kesin bir kanıt" olarak görmekte ve "Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır'dan almışlardır demekte; 13. yüzyıldaki Mısır gölge oyunlarıyla 16 yüzyıldaki Türk gölge oyunları arasında "ortak noktalar" bulunduğunu belirttikten ve Mısır gölge oyunu tasvirleriyle Türk gölge oyunu tasvirleri arasındaki benzerliklere de işaret ettikten sonra "16. yüzyılda Türkiye'de gölge oyunu üzerine belgelerin birden bire artmış olması ve kukla için kullanılan hayal'i gölge oyunundan ayırmak için hayal-i zıll veya zıll-i hayal deyimlerinin gene bu yüzyılda kullanılmış olması"nın "bu görüşü destekleyen kanıtlar" olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, eski Mısır gölge oyunlarıyla Türk gölge oyunları arasındaki benzerlik, bu oyunun Türkiye'ye Mısır yoluyla geldiğini gösteriyor; fakat bunun 1517 de geldiği yolundaki kanıtlar yeterli görünmemektedir.Bir kere, Anadolu ile Mısır arasındaki siyaset ve askerlik ilişkileri 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar çıkmaktadır: Mısır'da kurulan (1250) Memlûk İmparatorluğu'nun Anadolu'daki Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları beyliklerinin "metbû"u olduğu, hatta başka beylikler üzerinde de hak iddia ettiği; 1. baybars (hük. 1260-1277)'ın Anadolu'yu İlhanlı egemenliğinden kurtarmak üzere, bir kısım Anadolu Türk beylerinin çağrısı üzerine Anadolu'ya gittiği, İlhanlı ordusunu yedikten sonra Kayseri'ye kadar ilerlediği (1277) biliniyor. Anadolu'nun Mısır'la olan siyaset ilişkileri daha sonraki yüzyıllarda da sürmüştür. Bundan başka, Memlûkler devrinde Mısır, İslam dünyasının en büyük kültür merkezlerinden biri idi. Bütün İslam memleketlerinden, bu arada Anadolu'dan da bir çok öğrenciler Mısır'a gitmekte idi. (sözgelimi, Simavna Kadısı-oğlu Şeyh Bedrettin 1359-1417 Kahire medresesinde okumuş, sonra da Sultanın oğluna hocalık etmişti) Siyaset ve askerlik ilişkileri yanında bu kültür ilişkileri, Mısır gölge oyununun Anadolu'ya daha önceki yüzyıllarda gelme olanağı bulunduğunu gösterir. Nitekim, Mısır'la Anadolu arasındaki ilişkilerin özellikle 13.-14. yüzyıllardaki yoğunluğu ve Mısır'da gölge oyununun 13. yüzyılda varlığını bildiren belgelerin yanı sıra, Anadolu'da gölge oyununun Sultan Orhan (hük 1324-1362) devrinde meydana geldiği yolunda bir söylentinin bulunması dikkate değer. Kaldı ki, halk arasında kuşaktan kuşağa sürüp giden söylenti ve mekabelerde çoklukla bir gerçek payı vardır. Son Memlûk sultanının idamını perdeye yansıtan Mısır'lı hayalciyi Yavuz'un İstanbul'a götürmek istemesini, gölge oyununun o tarihte Türkiye'ye girdiği anlamında değil, padişahın yaptığı işleri canlandıran bir oyunu oğluna ve İstanbul seyircisine gösterme göstermek istemesi yolunda yorumlayabiliriz. Nitekim bugün bir hükümet ya da devlet başkanının yabancı bir tiyatro topluluğunu Türkiye'ye çağırması, Türkiye'de daha önce tiyatro bulunmadığı anlamına gelmez."
www.karagoz.net

28 Ağustos 2007 Salı

Körfez Savaşı 1990-1991-SAVAŞA HAYIR




Irak’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin ardından devreye giren Batılı güçler diplomatik yollardan Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlayamayınca BMGK Irak’a karşı kuvvet kullanımını düzenleyen 678 nolu kararı almıştır. Bu karara göre; “BM’nin tüm çabalarına rağmen üzerine düşeni yerine getirmeyen Irak’ın eylemlerine karşı barış ve güvenliğin yeniden sağlanması için BM gerekeni yapacaktır. Bu çerçevede, BM Anlaşması’nın VII. Bölümünde açıklanan kolektif güvenlik sistemi devreye sokulacaktır. Bu nedenle 15 Ocak 1991’e kadar Irak’ın Kuveyt’ten çekilmemesi durumunda üye devletlerce Kuveyt hükümeti ile işbirliği yapılarak barış ve güvenliğin sağlanması ve 660 ve ona bağlı kararlardaki koşulların yerine getirilmesi için tüm gerekli araçların kullanılması yetkisinin verildiği açıklanmıştır.” 1991'in Ocak ayında uluslar arası gücün, Saddam Hüseyin'i ve kuvvetlerini Kuveyt'ten çıkarmak için güç kullanacakları kesinleşmiş, 12 Ocakta Washington'da ABD Senatosu savaş kararını onaylamış ve 16 Ocak 1991’de savaş başlamıştır. Batılı ülkeler Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkarmak için üstün teknolojiye sahip bütün modern silahları, akıllı bombaları ve radara yakalanmayan uçakları ile Bağdat'ı vurmaya başlamış, ABD ve İngiliz uçak gemilerinden ateşlenen füzelerin ardından Suudi Arabistan’dan ve diğer bölgelerden kalkan uçaklar ve helikopterler Irak’a ait bütün mevzileri vurmaya başlamıştır. 678 sayılı Güvenlik Konseyi kararı uyarınca 17 Ocakta başlayan hava saldırıları 24 Şubatta kara harekatına dönüşmüştür. Irak’ın 27 Şubatta çekilmeye başlaması ile Körfez Savaşı sona ermiştir.

Savaş sırasında 46 tümeni etkisiz hale getirilmiş olan Irak, 85,000-100,000 arasında ölü ve 175,000 esir vermiştir. Koalisyon güçleri ise sadece 148 asker kaybetmişlerdir. Yaklaşık 205,500 Iraklı sivil de Körfez Savaşı ve savaş sonrası kargaşa sonucu ölmüştür. Bu ölümlerin 35,000’i savaş sonrası sivil çatışmalarda, 111,000’i altyapının imha edilmesi gibi savaşın yan etkileri sonucu gerçekleşmiştir.

Savaşın Irak’a maliyeti 200 milyar doları bulurken Kuveyt’e verdiği zarar 100 milyar dolar civarındadır. Amerikan Savunma Bakanlığı yetkililerine göre savaşın askeri maliyeti 75 milyar dolar civarında olmuştur. Bunun 50-55 milyar dolarlık bölümü müttefiklerce, 20-25 milyar dolarlık bölümü ise Amerika tarafından karşılanmıştır.

Körfez Savaşı, gerek savaşan askerlerin ölümü, gerekse savaş sırasında kullanılan seyreltilmiş uranyum gibi maddelerin anlık ve uzun vadeli etkileri dolayısıyla Irak halkının can emniyetine büyük zararlar vermiştir. Savaş sırasında kullanılan maddelerden dolayı savaş sonrasında da kanser gibi ölümcül hastalıklarda önemli oranlarda artış meydana gelmiştir.

Irak halkına en büyük darbeyi ise savaştan önce caydırıcı olması maksadıyla uygulamaya konan, fakat savaştan sonra da yıllarca devam eden yaptırımlar vurmuştur. Saddam’ın varlığı bahane edilerek sürdürülen yaptırımlar aslında savunmasız Irak halkını hedef almış, Iraklıların en temel haklarından bile faydalanmalarına engel teşkil etmiştir.

Körfez Savaşı’nda Irak’ın askeri gücüne ve ekonomisine verilen zararla müttefikler merkezi otoriteyi zayıflatmışlar, fakat Saddam iktidarını devir(e)memişlerdir. Merkezi otoritenin zayıflayacağı beklentisiyle kuzeydeki Kürt bölgelerinde ve Şiilerin yaşadığı güney bölgelerde ayaklanmalar olmuş, Saddam yönetimi bu çıkışları şiddetle bastırmıştır. Özellikle George Bush’un Irak halkını Saddam’a karşı ayaklanmaya ve Saddam’ı etkisiz hale getirmeye teşvik eden sözleri bu ayaklanmanın çıkmasında etkili olmuştur. Bush, Irak halkını “Diktatör Saddam Hüseyin’i devre dışı bırakarak sorunlarını kendi elleriyle çözmeye” çağırmıştır. Bu açıklamadan sonra muhalif gruplar, ABD’nin bir ayaklanma sırasında kendilerine destek vereceğini ve Saddam’ın kanlı bir şekilde kendilerine müdahale etmesine izin vermeyeceğini düşünmüşler, ancak kısa süre içinde yanıldıklarını anlamışlardır. ABD, 1991 yılının Nisan ayında başlayan Kürt isyanı sırasında Kürtleri Saddam karşısında yalnız bırakmıştır. George Bush, kendi körüklediği Kürt ve Şii ayaklanmalarını sonradan görmezden gelmiş, binlerce Kürt ve Şii bundan dolayı katledilmiştir. Yüzbinlerce kişi yurt dışına kaçmış, Türkiye’ye kaçan Kürtler tam bir insanlık dramı yaşamıştır.

Kuzey Irak’taki belirsizlik ve bölge liderleri arasındaki çekişmeler ABD’nin bölgedeki manevra alanını genişletmiştir. Bölgeyi mümkün olduğunca küçük birimlere bölmeyi amaçlayan ABD, tek bir devletin gücü elinde bulundurmasını engellemeye çalışmıştır. Ayrıca bölgedeki çekişme ve ittifakları kullanarak müdahil pozisyonu elde etmiştir. “Kuzey Irak’taki Kürt gruplar bu konjonktürün kendilerine bir devlet kurma şansı tanıyabileceği konusunda sürekli bir beklenti içinde tutulagelmişlerdir. Barzani ve Talabani’nin birbirlerini kollayan tutumları, bu beklentinin net bir şekilde masaya konulmasını sürekli geciktirmiştir. Bu durum, bir devlet oluşumu konusunda özellikle Türkiye’yi ikna etmekte güçlük çeken ABD yönetiminin ve böylesi bir devletin doğuracağı stratejik sakıncaları hisseden Türkiye, İran ve Suriye’nin rahatsızlıklarını dondurmuştur.” Bu statükoyu sürdürebilmek için Batılı güçler 1991’deki Kürt ayaklanmasına rahatlıkla müdahale edebilecekken, Saddam Hüseyin’in ordusunun Iraklılar üzerine yürümesini engellemek için hiçbir çaba göstermemişlerdir. Bu birkaç aylık baskı, savaş sırasında ölenlerden daha fazla insanın ölümüne sebep olmuştur. Bu nedenle 1991’deki ayaklanmalarında ABD’den destek görmeyen Kürtler, Saddam’ın güçleriyle tek başlarına savaşmak zorunda kalmışlardır.

Şiiler de ABD ve uluslar arası kamuoyundan bekledikleri desteği görememişlerdir. Çünkü ne ABD ne de Avrupa ülkeleri Irak’ın güneyinde Şiilerin güçlenmesini istememişlerdir. Şiilerin güçlenmesi durumunda İran’la bağlantı kurulabileceği düşünülmüş ve Tahran etkisinin güney Irak’ta yayılacağı varsayılmıştır. Bu ise İsrail’in çıkarlarına da aykırı bir durum olarak görülmüştür. Buna ek olarak Şiilerin yaşadığı bölgede zengin petrol yataklarının bulunması burada güvenlik ve istikrarı zorunlu kılmıştır. Şiilerin bölgede istikrarsızlık yaratacak çıkışları bu yüzden tam bir destek görememiştir.

Saddam rejiminin 1991’de karşı karşıya kaldığı ayaklanma, rejimin o güne kadar karşılaştığı en ciddi başkaldırıdır. 28 Şubat ile 1 Mart 1991 tarihleri arasında Irak’ta Kürtlerin ve Şiilerin bulunduğu bölgelerde ayaklanmalar başlamıştır. 1 Mart’ta Basra’da başlayan ayaklanmalar kısa sürede güney Irak’ın en büyük şehirlerine, Kerbela, Necef, Hilla, Nasıriye, el-Amara, Semave, Kut ve Divaniye’ye yayılmıştır. Ayaklananlar 4 Mart’ta Necef, Kerbela ve Süleymaniye’yi kontrol altına almışlardır. Kürtlerin bulunduğu bölgeler olan Erbil, Dohuk ve Kerkük de hemen ardından düşmüştür. Değişen sürelerle Irak’ın üçte birinin yönetimi isyancıların eline geçmiştir. 29 Mart’ta Irak güvenlik güçleri Semave şehrini ele geçirerek Irak’ın güneyindeki ayaklanmanın son güçlü bölgesini de ele geçirmişlerdir. 3 Nisan’da Kerkük, Erbil ve Zaho’dan sonra Süleymaniye de hükümet güçlerinin eline geçmiştir. Bir milyondan fazla Kürt yaşadıkları yerden ayrılarak Irak’ın kuzeyindeki ve güneyindeki dağlık bölgelere çekilmişlerdir. Soğuktan ve helikopterlerin silahlı hücumları nedeniyle binlerce kişi ölmüş, bu olayların Batı medyasında gösterilmesiyle oluşan kamuoyu baskısı, müttefikleri bir şeyler yapmaya mecbur kılmıştır. BMGK’nın 688 sayılı kararıyla 11 ülkenin katılımıyla oluşturulan askeri gücün Huzur Operasyonu’nu gerçekleştirmesi, tüm bu yaşananlardan sonra mümkün olabilmiştir. Operasyon sonunda 36. paralelin kuzeyinde uçuşa yasak bölge ve güvenli bölge bu süreçte oluşturulmuştur. Oluşturulan Kürt Güvenli Bölgesi, bundan böyle Kürtlerce yönetilmiştir ve Irak Kürdistan’ının 40,000 kilometrekarelik alanını kapsamaktadır.

Ayaklanmalara rejimin verdiği karşılık ağır olmuştur. Saddam’ın güçleri, kontrolü tekrar sağladıktan sonra şehirleri ayaklananlardan geri almak için yerleşim alanlarına ateş açarak binlerce silahsız sivili öldürmüşler, genç insanları sokaklarda, evlerinde ve hastanelerde katletmişler, evleri ararken şüphelileri, bilhassa genç erkekleri toplamışlar, suçunu söylemeden tutuklamışlar veya kitleler halinde öldürmüşler, silahsız sivillere şehirlerden kaçarlarken helikopterlerle saldırmışlardır.

Mart 1991’de Şiilerin yaptığı bir gösteride Bağdat yakınında güvenlik güçlerinin silahsız göstericilere silah kullanması, Irak’ın savaşta yenilmesinden sonra ülke çapında şiddet olaylarının yayılmaya başladığı bir sırada, başkentte sorun teşkil eden nüfusu kontrol altında tutmaya kararlı olduğunu göstermiştir. İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin görgü tanıklarından olan ve Bağdat’ta yaşayan Salih isimli bir işçinin anlattıklarına göre, bir milyon Şiinin yaşadığı ve başkentin düşük gelir gruplularının çoğunlukta olduğu bir bölge olan et-Tavra’da gösteri yapılması kararlaştırılmıştır. Salih şöyle demiştir: “Bunun bir intifada başlangıcı olduğunu düşünmüştük, ancak hükümet bundan haberdardı ve hazırlığını yapmıştı.” Yaklaşık 5,000 silahsız gösterici kararlaştırılan yere gelmiş, sloganlar atmıştır: “Allah’ın yardımıyla Saddam kahrolsun!” “Allah’ın yardımıyla zafer bizimdir.” Salih’in söylediğine göre silahlı güvenlik güçleri ve partililer hiçbir uyarı yapmaksızın kalabalığa ateş açmış, ilk birkaç dakikada yaklaşık 30 kişiyi öldürmüş, onlarca kişiyi yaralamışlardır. Şam’da bulunan Irak’ta İnsan Hakları’nı Savunma Komitesi (Committee for the Defense of Human Rights in Iraq)’ne göre gösterici sayısının 5,000 olduğu doğrudur. 600 ile 700 arasında kişi de güvenlik güçlerince öldürülmüş ya da yaralanmıştır.

İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin raporuna göre, yakın sokaklarda bulunan güvenlik güçleri araçları makineli tüfeklerle şiddetli bir hücum başlatmıştır. Araçlarla göstericiler arasındaki mesafe yaklaşık 30 metredir. “Ateş başladıktan sonra insanlar kaçışmaya başladılar, esnaf dükkanlarını kapatmaya başladı, ölüler sokaklarda bırakıldı. Kimse onları kaldırmaya cesaret edemedi. Cesetler öylece üç dört gün kaldı.”

Güvenlik güçleri de el-Tavra’da bir hafta kalarak ev ev aramalar yapmıştır. 12-40 yaş arası erkekler tutuklanarak alıkonmuşlardır. Raporda binlerce kişinin tutuklandığı belirtilmiştir: “İnsanlar askeri kamyonlarla, güvenlik güçleri araçlarıyla, hatta ambulanslarla toplandılar. Bu çok hızlı yapıldı. Geldiler ve insanları topladılar.” Alıkonanlar, Bağdat’ın batısında önceden savaş kampı hapishanesi olarak kullanılan Rıdvaniye Hapishanesi’ne götürülmüşlerdir. Tavra olayından sonra Bağdat’ın diğer bölgeleri de güvenlik güçlerince kuşatılmıştır. Polis, Baas militanları, Tikrit’ten Saddam yanlısı milisler, evleri tek tek aramışlardır. Tutuklananlar Genel Güvenlik Karargahlarına götürülmüşlerdir. Ayaklanmaların gerçekleştiği diğer şehirlerde de durum farklı değildir. Muhaliflere çok sert karşılık verilmiştir. Örneğin Kürtlerin ayaklandığı Süleymaniye’de ayaklanmanın bastırılmasından sonra Halepçe’de olduğu gibi kimyasal gaz kullanılmıştır. Basralı, 23 yaşında bir üniversite öğrencisi, ayaklanma sırasında yaşadıklarını şöyle anlatmıştır: “Şattül Arap’ın doğu kıyısında, el-Feha’da yaşıyordum. 17 Mart’ta Saddam’ın askerleri geldi ve halka ateş açtılar, çocukları ve yaşlı adamları vurdular. Kaçmaya başladık. Altı kişi birlikte kaçıyorduk: ben, babam, amcalarım ve bir arkadaşım. Askerler askeri istihbarat mensuplarıydılar. Bizi yakaladılar. Saddam’ın birlikleri tarafından götürülen başka sivil grupları da gördük. Soruşturmadan, suçları araştırılmadan çok kötü muamele görüyorlardı. Ellerine ve ayaklarına taş bağlayarak Şattül-Arap’a attılar. Ben bu şekilde suya atılan 15 kişi gördüm.” Ayaklanmalarda yaşamını yitirenler yalnızca muhalifler değildir. Saddam’ın askerleri de öldürülmüştür. Örneğin Necef’te göstericiler devlet binalarını kuşatmışlardır. Necefli bir kadının söylediğine göre direnen Saddam güçleri ve yaklaşık 500 güvenlik görevlisi öldürülmüştür. Birçoğu öldürülen akrabalarının intikamını almak isteyenler tarafından bıçaklanmışlardır.

Kerbela da ayaklanmada büyük zarar gören şehirler arasındadır. Bazı türbeler harap hale gelmiş, binlerce ayaklanmacı ve destekçileri ağır silahlar ve roket atarlarla öldürülmüştür. Hafif silahlarla silahlanmış ayaklanmacılar 5 Mart’ta ayaklanmayı başlatmış, binlerce sivil ve firari asker hükümet binalarına saldırmıştır. Ebu Muktad adında Kerbela’lı genç bir avukat, olanları şöyle anlatmaktadır: “İntifada öğleden sonra iki buçukta başladı. Erken saatlerde işgal edilmişçesine Kerbela’ya askerler gelmişti. Bazı muhalif gruplar broşür dağıttılar. Saatler geçtikçe ayaklanmanın çıkmasını bekledik. Gençlerin şehrin her tarafından ortaya çıkıp yanlarındaki kalaşnikofları ateşlemesiyle ayaklanma başladı. Ardından insanlar, bıçaklarla Saddam’ın adamları karşısında savaşmak için caddelere çıkmaya başladılar.” 6 Martta isyancılar şehri bütünüyle kontrolü altına almış, Cumhuriyet Muhafızları yetkililerinin açıklamalarına göre teslim olmayan ve kaçmayan askerler ve resmi görevliler öldürülmüştür. Ayaklananlardan birinin ifade ettiğine göre yaklaşık 50 Baas Partisi yetkilisi, “mahkeme” sonrası öldürülmüştür. Necef’tekinden farklı olarak Kerbela’da devlet hemen kontrolü sağlamış, ayaklananlarca kovulduktan bir gün sonra güvenlik güçleri ayaklananların bulunduğundan şüphelenilen noktalara helikopterlerle saldırmışlardır. Hz. Hüseyin’in türbesi ve yakınındaki binalar ağır silahlarla açılan ateşlerden ve helikopterlerden atılan roketlerden zarar görmüştür. Irak güçleri içerdeki ayaklanmacılara ve sivillere ateş açmışlardır. Güvenlik güçleri Kerbela’da kontrolü sağladıktan sonra kaçamayan ayaklanmacı ve sivillerden intikam almışlardır. Ayaklanmacı olduklarından şüphelenilen genç erkekler stadyumlarda toplanmış, bazıları öldürülmüş, bir kısmı ise Rıdvaniye Hapishanesi’ne götürülmüştür. Necef’te olduğu gibi, Kerbela’da da sokakta yürürken götürülen ve bir daha görülmeyen din adamlarından söz edilmektedir.

Kürtlerin yaşadığı Süleymaniye ve Kerkük’te de ayaklanmanın bastırılması acı olaylara sebebiyet vermiştir. 7 ve 8 Martta peşmergelerin önderliğinde ayaklanan halk, Süleymaniye ve Erbil çevresindeki köyleri kontrol altına almıştır. Kerbela ve Necef’te olduğu gibi hükümet binalarına hücum edilmiş, mahkumlar serbest bırakılmış, binalara sığınan güvenlik güçleri öldürülmüştür. Kürt bir İngilizce öğretmeni, olanları şöyle anlatmıştır: “Kardeşlerimizi şehit edenleri ve evlerimizi yağmalayanları cezalandırdık. Onları yargılamadan öldürdük. Peşmergelerin kontrolü ele geçirdiği ilk günlerde bazıları kaçtılar. Birçoğunu yakaladık, silahla vurarak ya da baltayla öldürdük. Şehit anneleri, kaçmaya çalışan 21 askeri balta ve taşlarla öldürdüler.” Yine de Süleymaniye’deki intikam hareketi çabuk engellenmiştir. Mesut Barzani, hükümet askerleri için af çıkarmıştır, fakat bu karar 31 Martta Irak ordusunun roket ve ağır silahlarla Süleymaniye’ye hücumunu engelleyememiş, helikopterlerden ve tanklardan yerleşim alanlarına ateş açılmıştır. Ayaklananların zafer umudu kalmayınca ayaklanmanın liderleri şehirden kaçmış, böylece devlet güçleri direnişle karşılaşmamışlardır.

Kuzey’deki en stratejik mücadele Kerkük’te gerçekleşmiştir. Kuzeyde hareket başlar başlamaz Saddam Kerkük’teki kuvvetlerini alarma geçirmiştir. Şehirde sokağa çıkma yasağı uygulanmış, Kürtlerin söylediğine göre şehrin güvenliği için Kimyasal Ali görevlendirilmiştir. Sokağa çıkma yasağıyla birlikte güvenlik güçleri kapı kapı gezerek genç yaşlı binlerce erkeği toplamışlar, yaklaşık 5,000 kişiyi tutuklamışlardır. Tutuklananların çoğu Kürttür. Bir Kürtün söylediğine göre alıkonanların götürüldüğü er-Ramadi hapishanesinde 509 Kürt ve 12 Kerküklü Türkmen bulunmaktaydı. 23 yaşındaki bir berber, toplayıp götürme olayını şöyle anlatmaktadır: “10 Martta sokağa çıkma yasağı başladı. Beş üniformalı adam tarafından tutuklandım. Beni beş dakika için alıp geri getireceklerini söylediler. Sebebini açıklamadılar. Beni Salahaddin İlkokulu’na getirdiler. Orada başka Kürt erkekler de vardı. Sonra bizi kamyonlarla Tubzava’ya ( Şehirden 20 mil uzakta bir askeri merkez) götürdüler. Tubzava’da yaklaşık 1,000-1,500 kadar insan vardı. 25 metrekarelik odalara yerleştirildik. Herkes dizlerini toplayarak oturmak zorundaydı. Odaların kapısında muhafızlar vardı. İlk geceyi aç ve susuz geçirdik. Ertesi gün bizi Tikrit-Beici yolu üzerindeki piyade eğitim kampına götürdüler. Orada, büyük bir odada 15 gün geçirdik. Hepimiz Kerkük’ten olmak üzere 1,220 kişiydik. Sayımızı biliyorum, çünkü bizi saydılar. Alan, İran-Irak Savaşı sırasında İranlı mahkumlar için kullanılmıştı. Hiç sorgulama yapılmadı. Bir hafta boyunca hiç battaniye almadık. İki kişi aynı yatakta yattık. Tuvalet yoktu. Buradan kapalı bir kamyonla er-Ramadi’de yine daha önce İranlı mahkumlar için kullanılan bir yere götürüldük. Uzun yolculuk boyunca bize hiç su ve yiyecek verilmedi. AL-RAMADİ’deki muamele, Tikrit’tekinin aynıydı. 60 kişi bir odaya kilitlendik. Yıkanmak için hiç su yoktu, pislikten bitlendik....” Bir süre sonra hemen herkes serbest bırakılmıştır. Bunları anlatan kişi ise ailesinin İran’da bir mülteci kampına gittiğini öğrenerek yanlarına gitmiştir.

Ayaklanmanın bastırılması sırasında yakalanan binlerce Kürtün ve Şiinin kaderi bilinmemektedir. Birçoğunun hapiste olduğu tahmin edilmiş, fakat hükümet yerleri ve yasal statüleri konusunda çok az bilgi vermiştir. Çatışmaların yoğun olduğu şehirlerden kaçan 100,000’den fazla Kürt ve Şii, Irak içinde yerinden edilmiş konuma düşmüş, 70,000 sivil Suudi Arabistan, Türkiye ve İran’daki mülteci kamplarına yerleşmiştir. Bu yerinden edilmiş insanlar ve mülteci kamplarında yaşayanlar çok kötü koşullarda hayatlarını sürdürmelerine rağmen korkularından ya da evleri yıkıldığından geriye dönememişlerdir.

Şiilerin yaşadığı Kerbela ve Necef’te sıkı askeri kontrol sağlanmış, insan haklarıyla ilgili durumu gözlemlemek isteyen yabancılar kabul edilmemiştir. Şiilerin dini hayatına kısıtlamalar getirilmiş, birçok Şii kurum yıkılmış veya zarar görmüş, yüzlerce din adamı ve yardımcıları ayaklanmadan sonra tutuklanmış ve serbest bırakılmamıştır. Geriye kalan kurumlardaki dini faaliyetler ise devlet tarafından engellenmiştir. Ayaklanmanın ardından şehirlerine geri dönen Iraklıların büyük çoğunluğunu Kerküklüler oluşturmaktadır. Fakat şehirden ayrılan Kürtlerin evleri yıkılmış, veya Araplaştırma politikasının bir parçası olarak Arap ailelere verilmiştir.

İran’la ayaklanma sırasında güneydeki sınırda bulunan ıssız bataklıklara kaçan Şiiler yeterli yiyecek bulamamışlar, tıbbi müdahaleden mahrum kalmışlar ve Irak’ın bölgeye operasyon düzenlemesi tehlikesi altında yaşamışlardır. Şii muhaliflerin ifadelerine göre 1992 Nisanına değin bölgede askeri hareketlilik görülmüş, Aralık 1991 ve Ocak 1992’de ordunun yaptığı operasyonlarda helikopterler ve ağır silahlarla ateş açılmış, yargısız infazlar gerçekleştirilmiş ve ayaklananlara yardım ettiklerinden şüphelenilen bataklıkların asıl sakinleri tutuklanmıştır. Askeri operasyonların sayısı hakkında kesin bilgi elde edilememiştir.

Körfez Savaşı sonrasında Saddam yönetimi, Türkmenlere karşı da baskı ve şiddet politikalarını sürdürmüştür. Saddam’ın kuvvetleri 31 Ağustos 1996’da Erbil’e bir baskın gerçekleştirerek Türkmen Cephesi ve Türkmen siyasi partilerine ait bürolara ve Türkmen okullarına baskın düzenlemiş, bu sırada onlarca Türkmen öldürülmüş veya tutuklanmıştır. Tutuklananların akıbeti hakkında aileleri bilgi edinememiştir.

Kürtlere 36. paralelin kuzeyinde özerk bir bölgenin sağlanmasıyla Saddam yönetiminin Kürtlerin bulunduğu bölgelere müdahalesi büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Fakat Şiilere yapılan baskılar, Irak’a yapılan son saldırıyla Saddam iktidarının devrilmesine kadar devam etmiştir.

Savaşlar, ayaklanmalar ve katliamlar Irak’ta birçok insanın yaşamını yitirmesine, birçoğunun ailesiz kalmasına yol açmış, Irak’ı yaşanması zor bir ülkeye çevirmiştir. Ancak kişilerin haklarını ihlal eden bu olayların dışında, Baas yönetiminin baskıcı politikaları işkencelere, yargısız infazlara, kayıplara yol açmıştır.

http://irak.ihh.org.tr

26 Ağustos 2007 Pazar

17 Ağustos 1999 Depremi-Yaşananları Unutmamak


17 Ağustos 1999 depremi, 17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03:02'de, merkezi Kocaeli-Gölcük olan, Richter ölçeğine göre Mw 7.4 büyüklüğünde gerçekleşen, büyük çapta can ve mal kaybına neden olan deprem.
Deprem tüm Marmara Bölgesinde, Ankara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. Resmi raporlara göre, 17.480 ölüm, 43.953 yaralı olmuştur. Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000 e yakın yaralı olmuştur. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmıştır. Yaklaşık 16.000.000 insan depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu nedenle Türkiye yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu maddi kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir.

Şiddeti ve konumu
7.4 şiddetindedir ve merkezi Kocaeli-Gölcük'tür.

Tarihçe

Yakın tarihte bu bölgede Adazaparı merkez üssü olmak üzere 1943, 1957, 1967 yıllarında şiddetli depremler olmuştur. Geçmişteki tarihlere baktığımızda ortlama 30 senede bir bu bölgede büyük depremler olmaktadır. 1999 depreminden sonrada belirli periyotlarda ve çeşitli büyüklüklerde depremlerin beklenmesi bu fay hattının karakteristik özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Depremin bu kadar çok can kaybına yol açmasının sebebi olarak kaçak yapılar, standartlara uygun olmayan binalar ve daha ucuza mal etmek için malzemeden çalan müteahhitler gösterilmektedir. Depremden sonra tüm Türkiye'de geçerli olmak üzere deprem yönetmeliği çıkarılmış, zorunlu deprem sigortası gibi birtakım düzenlemeler getirilmiş olsa da, inşa edilen yeni binaların halen depreme karşı dayanıklı olarak inşa edildiklerini söylemek zordur. Bu konuda vatandaşı bilinçlendirmek, denetimleri sıkılaştırmak ve yaptırımları uygulamak için devlete büyük bir görev düşmektedir.

Yargı ve cezalar

Yapım hatalarından çöken binaların müteahhitlerine yaklaşık 2100 dava açıldı. Bu davalardan 1800'ü kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen Şartlı Salıverme Yasası ve başka hukuki boşluklardan dolayı cezasız sonuçlanmıştır. Geriye kalan 300 davanın 110 kadarında ceza verilse de çoğu ertelenmiştir. Bunun dışında kalan davalar ise 16 Şubat 2007 Cuma günü 7.5 yıllık zaman aşımı sürelerini doldurarak zaman aşımına uğradılar ve düştüler.

Örnek davalar ve sonuçları

Düzce Ersoy Apartmanı: 36 kişi öldü, dava zaman aşımına uğradı.
Düzce Ömür Hastanesi: 11 kişi öldü, dava zaman aşımına uğradı.
Yalova Ceylankent Sitesi: 98 kişi öldü, 2 sanığa verilen hapis cezaları ertelendi.
Kocaeli Ubay Apartmanı: 58 kişi öldü, müteahhit hakkında verilen ceza ertelendi.
Yüksel Sitesi: 316 kişi öldü, 5 sanığa verilen çeşitli cezalar ertelendi.
Can Göçer ve Zafer Çoşkun: Veli Göçer'in oğluyla ortağı yakalanamadığı için haklarındaki dava zaman aşımına girdi.
Sakarya: 695 davadan sadece 5 kişiye ceza çıktı.
Kocaeli: 600 dava açıldı, 12 kişi 10'ar ay hapis cezası aldı. 6'sının cezası infaz edildi, 6'sı için süre istendi.
Yalova: 173 dava açıldı, hemen hemen tamamı sonuçlandı. Ceza aldığı bilinen tek isim Veli Göçer 18 yıl 9 ay hapse mahkum edildi.
Düzce: Yaklaşık 220 dava açıldığı sanılıyor. Yargılamalar sonucu hiçkimse cezaevine girmedi.

Resmi rakamlara göre Gölcük depremi

İllere göre ölü sayısı
Bolu :270
Bursa :268
Eskişehir :86
İstanbul :981
Kocaeli :9.477
Sakarya :3.891
Yalova :2.504
Zonguldak :3
olmak üzere toplam 17.480 kişi ölmüştür. [1]
Yaralı sayısı: 23 bin 781
Sakat kalan: 505
Yıkılan ve ağır hasarlı bina: 16 bin 649
Orta hasarlı konut: 90 bin 536
Orta hasarlı işyeri: 14 bin 133
Az hasarlı konut: 102 bin 822
Az hasarlı işyeri: 13 bin 344
Prefabrik talep sayısı: 43 bin 264
Dağıtılan prefabrik sayısı: 40 bin 786
Prefabrikte yaşayan nüfus: 147 bin 120
Kocaeli’nde 55 bin 399,
Sakarya’da 38 bin 131,
Bolu’da 14 bin 296,
Düzce’de 22 bin 822,
Yalova’da 15 bin 946


KAYNAK:WİKİPEDİA

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Kennedy Suikastı




O suikast yapılmasaydı, 22 Kasım 1963 günü, Dallas halkı için A.B.D. Başkanı Kennedy'nin şehri ziyaret ettiği tarih olarak bir süre hatırlanacak, sonunda unutulup gidecekti. Ama öyle olmadı. Sonucu bugün bile tartışılan suikast nedeniyle, 22 Kasım 1963 günü, Dallas şehri ve Kennedy adiyle birlikte tarihe geçti.

gün Başkan Kennedy, beş ay önce tasarlanan bir gezi için, yanında kurulla birlikte Teksas'ın Dallas şehrine gelmişti. Gezinin amacı, 1960 seçimlerinde karşı parti olan Cumhuriyetçilere oy veren bu şehirde, havayı Demokrat Parti lehine değiştirmekti. Gökyüzü açık ve güneşliydi. Saat 11,50 sularında uzun bir araba dizisi, Dallas caddelerinde ilerlemeye başlamıştı. Başkan Kennedy, açık bir otomobilin içindeydi. Yanında eşi Jagueline Kennedy, önünde Vali Connaly oturuyordu.Otomobil, Houston ve Elm caddelerinin kesiştiği yere vardığında, saatler 12,30'u göstermekteydi. Az sonra, bir demiryolu geçidinin altından geçeceklerdi. Yolun iki yanında sıralananları selâmlayan Başkan'ın sağında, Teksas Okul Kitapları Deposu görülüyordu. Suikastçının bu yapıdan ateş ettiği ileri sürülmeseydi, bu yapının Başkan Kennedy'nin sağında olmasının hiç bir önemi kalmayacak, öteki yapılar gibi, ondan da söz edilmeyecekti.O sırada bir amatör sinemacı, 8 milimetrelik makinesiyle, Başkan Kennedy'nin Dallas sokaklarındaki gezisini filme alıyordu. Daha sonraları bu renkli filmin kendisine milyonlarca dolar kazandıracağını düşünmeden düğmeye basıyordu. Film birkaç kere eşe dosta gösterildikten sonra bir kıyıya atılacak, belki de bir daha el sürülmeyecekti. Filmi çekerken, makinenin vizöründen, Kennedy'nin otomobilinde olağanüstü şeyler olduğunu şaşkınlık içinde gördü. O da, kalabalığın çoğunluğu gibi, silah seslerini duymamıştı ama, film makinesinin penceresinden gördükleri gerçekten heyecan vericiydi; Kennedy birden ellerini ensesine götürmüş ve öne doğru eğilmişti. Sonradan yapılacak otopside, bu kurşunun Kennedy'nin ensesinden girip omurgasının sağına kadar ilerlediği, kravatının düğümünde bir delik açarak boğazından çıktığı anlaşılmıştı.

Bu sırada gürültüyü duyan Vali Connaly de geriye dönmüş, fakat aynı anda yediği bir kurşunla sırtından yaralanarak, yanında bulunan eşinin kucağına yığılmıştı, üçüncü kurşun da hedefini bulmuş, Kennedy'nin başının arkasından girip büyük bir yara açmıştı. Şimdi, Başkan da, karısı Jacqueline Kennedy'nin kucağında yarı cansız olarak yatıyordu...

İlk şaşkınlık geçip Başkan Kennedy'nin bir suikasta uğradığı anlaşılınca, F.B.I. ajanlarından Hill, Başkan'ın üstü açık arabasına arkadan atlayarak kendisini kurşunlara siper etmiş, Jacqueline Kennedy'yi de yere yatırmıştı. Otomobil bütün hızıyla Parkland Memorial hastanesine kadar böylece gitti. Ama artık her şey için çok geçti...Hastanede, Kennedy'yi kurtarmak için elden gelen bütün çabalar gösterildi. Fakat Başkan'ın nabzı duyulmayacak ölçüde az atıyordu. Nefes almasını sağlamak için, boğazının yarılıp bir boru yerleştirilmesi de işe yaramadı. Saat 13’te kurtarma çabalarına son verilmiş, bir papazın yaptığı son dini görevden sonra A.B.D. Başkanı Kennedy'nin öldüğü resmen açıklanmıştı. Vali Connaly ise, aldığı ağır yaraya rağmen kurtulacaktı.

Bundan sonra Başkan yardımcısı Johnson, kendisini Washington'a götüren uçakta, Yargıç Bayan Saran Hughes’in önünde ant içerek 36. Cumhurbaşkanı oluyordu. Bayan Jacqueline Kennedy de, uçakta yapılan bu ant içme töreninde hazır bulundu. Üzerindeki elbisede, kocası John Fitzgerald Kennedy'nin henüz kurumamış kanları, iri lekeler halinde görünüyordu.

Bütün bunlar olup biterken, polisin verdiği bilgilere ve daha sonraları hazırlanan rapora göre, Lee Harvey Oswald adlı biri, saat 12,37'de Teksas Okul Kitapları Deposundan çıkmış, Elm sokağındaki duraktan otobüse binmişti, üç ya da dört dakika sonra, suikast yüzünden meydana gelen trafik tıkanıklığı nedeniyle, iki blok ötede otobüsten inmek zorunda kalmıştı. Oswald, bir taksiye atlayarak, şoföre evine pek yakın olan North Barkley'e gideceğini söyledi. Saat 13'e doğru, Başkan Kennedy'nin can verdiği dakikalarda evindeydi. Evde pek az kalmış, aceleyle yeniden dışarı çıkmıştı. Suikasttan aşağı yukarı 45 dakika sonra Oswald, evinden on mil uzaktaki 10. caddeyle Patton Bulvarının kesiştikleri noktada, devriye polisi Tippit'i dört tabanca kurşunuyla öldürüyordu. Daha sonraları düzenlenen rapora göre Tippit bu sırada, telsizle kendisine tarif edilen şüpheli birisini aramaktaydı.

Suikast sanığıyla polisi vuranın aynı kişi olduğu akla ilk gelen düşünce oldu. Aramalar da bu değerlendirme açısından yapılıyordu. İhbar üzerine, polis Tippit'i vuranın, Teksas sinemasına girdiği öğrenilince, yapı kuşatıldı. Salonda ışıklar yakılıp Oswald silahıyla birlikte sinemada yakalandığında, saatler 14'ü gösteriyordu.

Sanık hakkındaki soruşturma derinleştirilince, bir ara Rusya'ya gittiği ve orada bir Rus kadınıyla evlendiği, komünist eğilimli olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı gün polis, sanığın evinde karısı Marina'ya Oswald’ın tüfeği olup olmadığını soruyor, olumlu karşılık alınca da, bütün aramalara rağmen tüfeği bulamıyordu.

24 Kasım pazar günü Oswald, Dallas Emniyet Müdürlüğünden hapishaneye götürülecekti. Sanığın öldürüleceği yolunda polise birçok ihbar yapıldığı halde, Oswald'ı büyük bir tedbirsizlik içinde, meraklılardan ve gazetecilerden oluşan bir kalabalığın arasından geçirdiler. Televizyon da bu sahneyi yayınlıyordu. Tam bu sırada, gazetecilerin bulunduğu yerden fırlayan bir adam, elindeki tabancayla Oswald'ı yaylım ateşine tuttu. Yedi dakika sonra Parkland Hastanesine kaldırılan Oswald da Kennedy gibi kurtarılamayarak ölüyordu.

Başkan Kennedy'yi öldürmekten sanık Oswald'ı herkesin gözü önünde vuran Jack Ruby geçmişi oldukça karanlık ve kirli işlere girip çıkmış bir kişiydi. Fakat o, Oswald'ı, Başkan Kennedy'ye yapılan suikast kendisini çok etkilediği için öldürdüğünü ileri sürüyordu. Yapılan yargılama sonunda da, 14 Mart 1964 yılında ölüme mahkûm edildi. Kennedy'ye yapılan suikastı incelemek ve karanlık noktaları aydınlatmak için kurulan Warren Komisyonu şu sonuçlara varıyordu: Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald’tı. Katil bu cinayeti herhangi bir devlet ya da kuruluş adına işlememiş, kimseden de yardım görmemişti. Oswald'ı yetişme biçimi ve yaradılışındaki olumsuz yönler bu suikasta itmişti. Raporda, polisin ve güvenliği sağlamakla görevli kişilerin tedbirsizliği sorumsuzca davranışları da eleştirilmekteydi .

Warren Raporu, Amerika'da olduğu kadar bütün dünyada da yeterli bulunmamıştı. Bu rapor dışında da, Kennedy olayı üzerine eğilenler oldu. Özellikle gazeteci Buchanan'ın hazırladığı ve kendi adıyla anılan rapor, .bunların arasında en önemlisidir. Bu rapor, büyük gürültülere yol açmış, kafalarda zaten var olan kuşkuları daha da arttırmıştır.

Akla ilk gelen soru şu oluyordu; Kennedy'yi gerçekten Oswald mı öldürmüştü? Çünkü bazı kimseler tarafından Başkan'a kurşunların kitap deposundan değil, yeraltı geçidinin üzerindeki demiryolundan sıkıldığı ileri sürülüyordu. Kurşunların arkadan atıldığı da kesin değildi. Çünkü doktorlar, kurşunların giriş yönünü tespit için hiç bir çaba harcamamışlardı.

Dallas Polis Radyosu, suikasttan tam altı dakika sonra, yani 12,36'da Oswald’ın çok ayrıntılı bir tarifini vermişti. Oysa, o sırada kimse katilin kim olduğunu bilmiyordu. Polis, radyo aracılığıyla bu ayrıntılı tarifi nasıl ve neye dayanarak vermişti? Öte yandan, Oswald’ın bindiği ileri sürülen taksinin şoförü, müşterisinin biniş saati olarak defterine 12.30 yazılı olduğunu söylemişti. Oswald’ın suikastın işlendiği 12,30'da hem kitap deposunda hem de takside olması imkânsızdı. Fakat şoför, bu kayıtları seferden sonra yazdığını söylediği için, Warren Komisyonu Oswald’ın, 12,30'dan sonra taksiye bindiği kanısına varmıştır. Aradan geçen yıllara rağmen bugün bile gerçek katilin Oswald olduğu kesinlikle söylenememektedir. Warren Raporu’nun, Oswald’ın Başkan Kennedy'yi hiç bir devlet ya da kuruluşun parmağı olmadan, tek başına öldürdüğü yargısı da, bu konuyla ilgili kişilerin arka arkaya öldürülmeleri nedeniyle dayanıksız kalıyordu. Dünya kamuoyu da, bu kişilerin eceliyle ölmedikleri kanısındadır. Suikastla uzaktan ya da yakından ilgili kişilerin birer birer ölmeleri, Başkan Kennedy'nin ölümünün altında başka nedenlerin yattığı kanısını doğrular niteliktedir.

Şimdi, Kennedy'nin suikasta kurban gittiği dakikadan sonra meydana gelen zincirleme ölüm olaylarını inceleyelim;

SUİKAST sanığı olarak Lee Harvey Oswald adında bir genç yakalandı. Kendisini daha savunma olanağı bulamadan, bar sahibi Jack Ruby tarafından iki polisin arasında tabancayla vurularak öldürüldü.

SUİKAST olayında görgü tanığı durumunda bulunan ve çok şey bildiği sanılan polis memuru J.P. Tippit, Kennedy'den 45 dakika sonra cadde ortasında öldürüldü. Bu cinayet, Oswald’ın sırtına yüklendi.

POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören ve katilin kaçtığı arabayı bir süre izleyen Reynold, iki gün sonra dükkânının önünde tabancayla vurularak can verdi. Eski araba alım satımıyla uğraşan Reynold, polisi öldüreni gördüğünü, yeniden karşılaşacak olursa tanıyabileceğini komşularına söylemişti. Reynold'un katili bulunamadı.

REYNOLD'un bir sevgilisi vardı. Nancy adındaki bu kadın Jack Ruby'nin barında çalışıyordu. Reynold'un kendisine bazı "şeyler" söylediği anlaşılınca, barda olay çıkardığı gerekçesiyle tutuklandı. Ertesi gün kapatıldığı hücreden cesedi çıkarılıyordu. Polise göre Nancy intihar etmişti. Fakat hiç kimse bu "intihar" olayına inanmadı.

TANINMIŞ gazetecilerden Jim Koethe, suikast olayını aydınlatmak için çalışmaya girişmişti. Cinayetin üzerindeki karanlık perdeyi kaldıracağını ve yılın gazetecisi seçileceğini umuyordu. Bazı önemli ipuçları da ele geçirmişti. Fakat bir gün evinin banyosunda, boynundan bıçaklanarak öldürüldü. Onun da katili bulunamadı...

GAZETECİ Bill Hunter da, Kennedy suikastı konusunda delil topluyordu. Kendisini görmeye gelen iki polisten birinin eliyle öldürüldü. Verilen bilgiye göre, gazeteciyle şakalaşan polis bir ara tabancasını çekmiş ve elinden yere düşürmüştü. Tabanca yerde patlamış ve çıkan kurşun, Bill Hunter'ı öldürmüştü!..

OSWALD'ı öldürmesinden bir gece. önce Ruby’nin evinde yapılan önemli bir toplantıya Savcı Tom Howard da katılmıştı. Jack Ruby'nin iki polis arasında hapishaneye götürülen Oswald'ı vurmasından sonra Savcı Howard, kalp durmasından öldü. Otopsi bile yapmadan, savcıyı çabucak gömdüler.

OSWALD'ın kaldığı pansiyonun sahibi Bayan Earline Roberts de birden bire kalp durmasından ölüverdi!.. Pansiyoncu kadın, Kennedy'nin ölümünden az sonra, Oswald'ı otobüse binerken görmüştü. Ve bu otobüs, polis memuru Tippit'in bulunduğu yöne doğru gitmemişti. Bayan Roberts bu iddiasında direnince ölüm onun da yakasına yapıştı...

BOYACI Hank Killam, Kennedy suikastıyla ilgili bazı şeyler biliyordu. Çünkü Killam'ın bir arkadaşı, Oswald'la aynı pansiyonda kalıyor ve karısı Wanda, Jack Ruby'nin yanında çalışıyordu. Birçok kişiyle birlikte Killam da polis tarafından sorguya çekilmişti. Bilinmeyen bir nedenle Killam, Dallas'tan ayrılmak zorunda kaldı. Gittiği Pensacola kentinde, boynundan kesilmiş olarak bir kaldırım üzerinde bulundu. Polis raporlarında, zavallı Killam'ın bir pencere camı üzerine kaza sonucu düşerek öldüğü yazılıyordu.

SUİKASTTAN sonra, Ruby'yle hücresinde baş başa konuşmak olanağını bulan tek gazeteci, Dorothy Kigallen’di. Fakat o da bir gün ölüverdi. Polise göre Bayan Kigallen çok sayıda uyku hapı yutarak intihar etmişti!..

OTOBÜS şoförü William Whaley, suikast günü otobüs durağından Oswald'ı alarak Barkley'e götürmüştü. Hareket saati 12,30'la 12,45'ti. Şoför bunu hareket defterine yazmıştı. Oysa o sırada Oswald’ın Kennedy'ye ateş etmesi gerekiyordu. Şoför, bu iddiasında direndi. Bir gün William Whaley’in kullandığı otobüsle direğe çarparak öldü. Otuz beş yıllık şoförlük hayatında, bir gün bile kaza yapmayan Whaley'in, böyle basit bir kazada can vermesine kimse akıl erdiremedi.

UNİON Terminal Şirketi'nin işletme şefi olan tanıklardan Lee Bowers, Kennedy'ye kitap deposundan değil de, yolun karşı yakasından iki kişinin ateş ettiğini söylemişti. Tanıklığından kısa bir süre sonra, Bowers de öldü. Ölüm nedeniyse bir türlü anlaşılamadı.

POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören başka bir tanık da, Edward Benarides’di O da öldü. Hasta filan da değildi. Neden öldüğü de bilinemedi.

...VE sonunda Jack Ruby... Ruby 9 Aralıkta hapishaneden hastaneye "zafiyet" teşhisiyle götürüldü. Bir ay sonra da, hastalığının adı kanser oldu ve Ruby hemen öldü. Kanser konusunda büyük araştırma ve çalışmaların yapıldığı Amerika gibi bir ülkede, Ruby'yi bir ay içinde öldürecek kadar ilerlemiş hastalığın anlaşılamaması olacak şey değildi. Ruby ölümünden önce, yanındaki hastalara şöyle diyordu:

"Vücuduma kanser aşıladılar!.."

Gizli bir el, Kennedy'yi yok ettikten sonra, bu olayı aydınlığa kavuşturacak kişileri de sanki birer birer ortadan kaldırmıştı. Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün, John Fitzgerald Kennedy'nin kardeşi Robert Kennedy de, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'ın Ambassador Hotel'inde düzenlenen bir baloda vurularak öldürülüyordu. Katil, Sirhan adlı bir Filistinli Arap göçmeniydi.

Robert Kennedy, A.B.D. Başkanlığına Demokrat Parti’den adaylığını koymuş ve başkan adayı seçimlerinin altısından beşini kazanınca, bunu kutlamak İçin Los Angeles'te bir balo düzenlemişti. Arap göçmeni tarafından vurulmasaydı, belki de A.B.D. Başkanlığına ikinci bir Kennedy geçmiş olacaktı.

Arap göçmeni Sirhan'a, Ambassador Hotel salonlarında bu cinayeti işleten, Kennedyleri A.B.D. Başkanı olarak görmek istemeyen yine o gizli el miydi acaba? Bu soruya verilecek karşılık, hiç olmazsa şimdilik yok.

htp://www.bilgilik.com

Fidel Castro


Orta hâlli İspanya göçmeni bir toprak sahibi olan Angel Castro y Argiz'in, aşçısı Lina Ruz'dan doğan evlilik dışı beş çocuğundan ikincisidir. Çocukluğu yoksul bir yöre olan Mayari'de geçmiştir. Oriente ilinin merkezi Santiago'daki Katolik okullarında ve Havana'daki Cizvit lisesi Belen İlahiyat Okulu'nda öğrenim gördü. 1950'de Havana Üniversitesi'nden hukuk doktoru olarak mezun oldu.


Öğrenciyken, 1947'de Dominik Cumhuriyeti'ne karşı başarısızlıkla sonuçlanan bir devrimci harekete ve 1948'de Bogota'daki kent ayaklanmalarına katıldı.1947'de Küba Halk Partisi'ne girdi.1950-52 arasında avukatlık yaptıktan sonra Temsilciler Meclisi seçimleri için Küba Halk Partisi'nden adaylığını koydu. Ama 10 Mart 1952'de iktidardaki Carlos Prio Socarras hükûmetini deviren Küba'nın eski başkanlarından General Fulgencio Batista seçimleri iptal etti.


1953 başlarında Batista diktatörlüğünü yıkmak amacıyla küçük bir grup oluşturan Castro, 26 Temmuz'da Santiago'daki Moncada Kışlasına 125 arkadaşıyla birlikte bir baskın düzenledi ama başarısızlığa uğrayarak tutuklandı. 16 Ekim 1953'te Santiago'daki Küba Yüksek Mahkemesi'nde yapılan yargılamada Tarih beni aklayacaktır (La Historia Me Absolvera) cümlesiyle biten ünlü savunmasını yaptı. Mahkeme sonunda 16 yıla mahkûm oldu. Juventud Adasında 21 ay hapis yattıktan sonra, Batista'nın emriyle cezasının geriye kalan bölümü bağışlandı.


1955'te Küba'dan ayrılarak Meksika'ya geçti ve 26 Temmuz Hareketi adlı yeni bir örgüt kurdu.İspanya İç Savaşı'na katılmış olan Kübalı Alberto Bayo'nun yönetiminde gerilla savaşı eğitimi gören örgüt üyeleri 2 Aralık 1956'da Granma yatıyla Küba'ya dönerek Oriente'de karaya çıktı. Burada hükûmet kuvvetleriyle girişilen çatışmalarda arkadaşlarının çoğunu yitiren Castro, aralarında kardeşi Raul Castro ve Ernesto Che Guevara'nın da bulunduğu 12 arkadaşıyla birlikte Oriente'nin güneybatısındaki Maestra Dağlarına çekildi. Bu dağlarda iki yıl boyunca Batista'nın kuvvetlerine karşı bir gerilla savaşı yürüttü. Giderek siyasi desteğini yitiren ve bir dizi askerî yenilgiye uğrayan Batista, 31 Aralık 1958'de Dominik Cumhuriyeti'ne kaçtı. Castro 1959'un ilk günlerinde Havana'ya girdi. Hukukçu Doktor Manuel Urrutia Leo devlet başkanlığına, Castro da başbakanlığa getirildi.


Castro hükûmeti ilk olarak fiyatları ve kiraları düşürdü. Ardından köklü bir toprak reformu başlattı, 40 hektarı geçen toprak bedelleri 20 yılda ödenmek üzere kamulaştırıldı ve halk çiftlikleri olarak işletilmeye başlandı. Önceleri Castro'ya karşı çıkmakla beraber 1959'a doğru gerilla hareketini desteklemeye başlayan Küba Sosyalist Halk Partisi (PSP) Castro ile ilişkilerini geliştirerek etkili bir konum kazandı.Bu durumdan tedirgin olan Urrutia'nın toprak reformunun ertelenmesi yönündeki baskıları üzerine, Castro istifa etti. Ama halkın yoğun tepkisi karşısında Urrutia görevinden çekilmek zorunda kaldı. Yerine Osvaldo Doticos getirilirken Castro yeniden başbakan oldu


Bu sırada toprakların kamulaştırılmasından zarar gören ABD şirketlerinin baskısıyla ABD hükûmeti Küba'ya karşı ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Ekonomisi tek ürüne dayalı bir ülke olan Küba, öteden beri ABD'ye sattığı şekeri SSCB'ye satmaya başladı. ABD şirketlerinin elindeki rafineriler, şeker karşılığında SSCB'den alınan ham petrolü işlemeyi reddedince Castro bu rafinerileri devletleştirdi. Bu gelişme ABD ile Küba'nın arasını daha da açtı. Devrimden sonra ABD'ye kaçan ve John F. Kennedy yönetiminden silah ve mali destek sağlayan Kübalıların Nisan 1961'de giriştiği Domuzlar Körfezi Çıkartması başarısızlıkla sonuçlandı. Castro çıkarmanın ardından yayımladığı Havana Bildirisi ile ilk kez, Küba'nın sosyalist politikalar izleyeceğini dünyaya duyurdu. 1962'de SSCB'nin Küba'ya balistik füzeler yerleştirmesi ve John F. Kennedy'nin Küba'yı deniz ablukasına almasıyla dünya bir nükleer savaşın eşiğine geldi.Bunalım ancak ABD'nin Küba'da hükûmeti devirmek için artık girişimde bulunmayacağına söz vermesi ve SSCB'nin Türkiye'deki Amerikan füze rampalarının kaldırılması karşılığında nükleer silahlarını Küba'dan geri çekmeyi kabul etmesiyle atlatılabildi. Bununla birlikte Merkezi Haber alma Örgütü (CIA) Castro'ya yönelik suikast plânları hazırlamayı sürdürdü.


Kruşçev'in Küba Bunalımı sırasında ödün verdiğini öne süren Castro, 1968'e değin bağımsız sosyalist bir politika izledi.Güney ve Orta Amerika ile Afrika'daki devrimleri destekleyici bir tutum aldı.Aynı dönemde Bağlantısızlar Hareketi'nin önderlerinden biri durumuna geldi.1968'den sonra SSCB ile ilişkilerin düzelmesi doğrultusunda başlayan askeri ve ekonomik yakınlaşma süreci içinde, SSCB'te dönük bir dış politika izledi.1975'te Angola'daki iç savaş sırasında Angola Halk Kurtuluş Cephesi'ni (MPLA) desteklemek amacıyla Kübalı askerler gönderdi.Bunu Etiyopya ve başka ülkelere gönderilen gönderilen kübalı askerler izledi.1980'lerde Küba'nın yurt dışındaki asker sayısı 40 bine ulaştı.


1961'de Küba Sosyalist Halk Partisi ile birleşme sonucu ortaya çıkan Birleşmiş Sosyalist Devrim Partisi'nin (1965'ten sonra Küba Komünist Partisi) genel sekreterliğini üstlenen Castro, ülke içinde çok yönlü ve kapsamlı politikalar uygulamaya başladı.Okuma yazma seferberliği sonunda okuryazarlık oranı yüzde 90'ın üzerine çıktı.Yeni okullar açılarak eğitim olanakları yaygınlaştırıldı.Zenginlik kaynaklarının, ulusal gelirin ve sağlık hizmetlerinin dağılımında köklü değişiklikler gerçekleştirildi.İşsizlik büyük ölçüde ortadan kaldırılırken, herkese çalışma yükümlülüğü getirildi.Bütün bunlara karşın tek ürüne dayalı (şeker) Küba ekonomisini dönüştürme yönündeki çabalar başarılı sonuçlar vermediğinden, 1970'lerin ortasından başlayarak önemli sıkıntılar yaşanmaya başladı.Bu nedenle SSCB'nin mali desteği büyük önem kazandı.


Küba'da 1959'dan sonra ilk kez yerel seçimlerin yapıldığı ve devlet yapısında yeni düzenlemelerin geliştirildiği 1976'da Devlet Konseyi ve Bakanlar Kurulu başkanlığını üstlenen Castro, güçlü ve merkezi bürokrasiye dayanarak toplumsal ve ekonomik yaşamdaki yönlendirici rolünü sürdürdü.Devlet ve parti organlarında eski mücadele arkadaşlarına ağırlık verdi.Silahlı kuvvetlerden sorumlu devlet bakanı olan kardeşi Raul Castro giderek ikinci adam konumu kazandı.SSCB ve Doğu Avrupa'nın sosyalist ülkelerinde 1980'lerin sonlarında ortaya çıkan demokratikleşme ve piyasa ekonomisine yönelme süreci karşısında Küba yönetimi sosyalizmin Marksist-Leninist yorumuna bağlılığını sürdürdü.1989'da Fidel Castro'nun yakın çevresindeki ordu komutanlarının karıştığı yolsuzlukların ortaya çıkarılması yönetimi ciddi biçimde sarstı.Öte yandan SSCB'yle ticaret hacminin gitgide küçülmesi ve Sovyet yardımlarının ortadan kalkması kısa sürede Küba ekonomisi üzerindeki etkilerini göstermeye başladı.


Enerjik, karizmatik ve siyasi sezgileri güçlü bir önder ve parlak bir hatip olan Castro, üzgün bir siyasi düşünür olmaktan çok gelişen olaylara göre davranmasını bilen pragmatik bir eylem adamıdır.Başardığı işlerle halk içinde önemli bir destek kazanmakla birlikte, çoğu sonradan ABD'ye sığınan geniş bir muhalif kitlesinin doğmasına da yol açmıştır.
Eğitimini hukuk alanında yapmıştır. 1952'de Batista'ya karşı giriştiği mücadele sonucunda hapsedilmiştir (1953-1955) ve ardından da sürgüne gönderilmiştir. 1956'da Küba'ya dönerek 26 Temmuz Hareketi'ni başlatmıştır ve 2 Ocak 1959'da iktidarı ele geçirmiştir.


Fidel Kastro 31 Temmuz 2006 tarihinde sağlık problemleri nedeniyle yetkilerini geçici olarak başkan yardımcısı ve kardeşi Raúl Kastro'ya devretti.
Tüm yetkilerini geri alarak Nisan 2007'de görevinin başına dönmüştür.
kaynak:Prensa Latina - Latin American News Agency,Wikipedia

Sicilya Katliamı « Tarihteki İlginç Olaylar





1282, Palermo, Sicilya

Romalılar Sicilya'yı işgal ettiğinden beri ve muhtemelen daha da önce, Sicilyalılar Akdeniz'in kontrolü kimin elindeyse onun paspası olmaktan bıkmıştı. 1282'de Fransız monarşisi Sicilya'yı kontrolü altına aldığında da, 1266'da Anjou'lu Charles Sicilya krallığına getirildiğinde de durum buydu.

Büyük bir ihtimalle Charles adanın bir deniz üssü olmaktan ve vergi getirmekten başka bir yararı olmadığını anlamıştı. Sicilyalılar, kendi çıkar ve ihtiyaçları gözetilmeden büyük Avrupa devletleri tarafından yapılan anlaşmalardan rahatsızdı.

Bugünkü milliyetçilik koşullarında Sicilyalıların rahatsızlığının milli nedenlerden kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Sicilya'da Avrupa'nın geri kalanına göre bu anlamda daha ciddi bir kimliğin oluştuğundan söz etmek mümkünse de bu sorunun sadece küçük bir kısmıydı.

Bugünkü milliyetçilik koşullarında Sicilyalıların rahatsızlığının milli nedenlerden kaynaklandığını düşünebilirsiniz. Sicilya'da Avrupa'nın geri kalanına göre bu anlamda daha ciddi bir kimliğin oluştuğundan söz etmek mümkünse de bu sorunun sadece küçük bir kısmıydı.

Bununla birlikte, işgalcilere karşı kendilerini savunmak için La Cosa Nostra'yı yaratmış olan bu halk oldukça sakindi. Ufak tefek bir sürü olay oluyor, anlaşmazlıklar artıyordu. Ama 30 Mart 1282'ye kadar önemli bir şey meydana gelmedi. Paskalyadan sonraki pazartesi günü işler birden karıştı. Bir grup Sicilyalı kilisede akşam duası için toplanmıştı.

Bir gün önce bir grup Fransız askeri Santo Spiro (Kutsal Ruh) kilisesini basmış ve vergi borcu olan bazı kaçakları yakalamıştı. Bu, açıkça ötekilere karşı gözdağı vermek için yapılmış bir ibret gösterisiydi. Kilisede otururken kelepçelenip götürülen bu adamların oluşturduğu manzara sadece mırıldanmalara yol açtı ama kimse direnmedi. Ve o pazartesi günü, akşam duası başlamadan önce şehrin yerlisi Katolikler kilisenin önünde toplanmıştı.

Yetkililer böyle büyük bir kalabalıktan rahatsız olmuştu. Bunun sadece dinsel bir kutlama olduğundan ve Sicilyalıların silahlı olmadığından emin olmak için iki yüz Fransız askeri gönderildi. Aslında bu çok anlamlıydı. Çünkü daha önce benzer toplantılar tartışmalara neden olmuştu ve bir gün önce aynı yerde kötü bir olay yaşanmıştı.

Sicilyalılar üzerlerinin aranmasına ses çıkarmadı. Silahsızlardı. Ama Fransızların tacizci yaklaşımı Sicilyalıların gururuna dokunmuştu. Fransız askerlerinden biri "silah aramak için" yeni evli bir kadının bluzunun altına elini sokunca kocası öfkelendi. "Fransızlara ölüm" diye bağırıp, Fransızın kılıcını belinden çekerek üzerine yürüdü. Bu hareket kalabalığı ayaklandırdı. Hiçbiri silahlı olmamasına rağmen tüm Fransız askerlerini öldürmeyi başardılar. Kayıtlara göre Sicilyalılar da iki yüz kayıp verdiler.

Sonraki günlerde tüm ada halkı ayaklandı. Binlerce Fransız ve onlarla işbirliği yapan ya da evlenenler de öldürüldü.Charles'ın tepkisi iki birlik daha göndermek oldu. Yeni birlikler ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırıp Sicilya'yı geri aldılar. Adada isyan ve direniş bir yaşam tarzı halini aldı. Halk adadaki yönetime alternatif olarak adı bugün 'Cosa Nostra' olarak bilinen bir kültürel doku oluşturdu.

Fransızların tutumu sadece isyana neden olmadı, aynı zamanda Amerika'nın ilk organize suç mekanizmasının temellerini attı. Bagajlarda bulunan cesetlerin, ayağından betona gömülmüş, dizlerinden vurulmuş insanların okuduğu beddualar hep dinsel bir kutlamada sorun çıkmasını engelleme işgüzarlığında bulunan Fransız yöneticilere gitmeliydi.

http://www.tarihsayfam.com/