17 Temmuz 2007 Salı

OĞUZ KAĞAN DESTANI

"Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı":
Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İslâmiyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü, İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü. Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu, Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu. Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu, Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü, İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü. Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu, Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu. Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu, Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
"Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":
Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi icât ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu.
"Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":
Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu:
Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı, Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği. Benzer idi omuzu, ala samurunkine, Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!
Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.
"Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":
Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkalâde bir yaratıktı:
Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi, Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi. Güder at sürüleri, tutar, atlara biner, Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider. Geceler günler geçti, nice seneler doldu. Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ
Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adetâ çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi lâzımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.
6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ
"Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":
Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir belâdan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:
Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre, Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre. Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi, Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi. Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan, Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan! Başardı sürüleri, yer idi hep atları, Yokluk verir insana, alırdı hayatları! Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!
Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:
Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı, Avlarım gergedan: diye o yere vardı. Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile, Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile! Ormanda avlanarak bir geyiği avladı, Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı. Döndü gitti evine, sabah olmadan önce, Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce, Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu, Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu. Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı, Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,
Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi. Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da, şöyle anlatıyordu:
Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan, Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan. Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu, Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu! Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu, Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu! Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz! Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz! Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı, Döndü gitti evine, iline haber saldı!
"Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":
Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu. Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu" idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:
Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe, Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa. Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı, Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı. Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi, Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi. Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar! "Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!" Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır, Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır, Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı, Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı. Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu, Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...
Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.
"Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":
Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:
Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince, Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince, Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye, Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye. Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi, Beklemedi kimseyi kendi adını verdi, Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar, Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.
Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır" ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.
7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ
Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İslâmiyetin tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cihân hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:
8. OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ
Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken, Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten, Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten. Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın, Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın. Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı, Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!. Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur! Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur! Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden, Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden. Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!
Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı.
http://www.turktarih.net/

Hiç yorum yok: