30 Ocak 2008 Çarşamba

Ruanda Soykırımı

Ruanda Soykırımı, Ruanda'da 1994 yılında yaklaşık yüz gün içinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, aşırı uç Hutular (Interahamwe) tarafından öldürülmesi olayıdır. Katliam, Tutsi destekli isyancı Ruanda Vatansever Cephesi lideri Paul Kegame'ye bağlı güçlerce, Hutu ağırlıklı hükümetin düşürülmesi ile son buldu. Ardından yönetimden güç alan Tutsilerin öç bahanesiyle saldırması sonucu yüzbinlerce Hutu, komşu Zaire'ye (Kongo Cumhuriyetine) sığındı.


Öncesi

1890 Brüksel Konferansı'nda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, hâkim devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir.


Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi'yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.


Başlangıcı


II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli . Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya sığındı.


Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.


1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler.


En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ekonomisi silah alımına uygun olmayan bir ülke olduğundan Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, ucu sivri sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.


6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar. Katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri (Kofi Annan'ı arayarak) katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahale etmemesi emrini almıştır.


Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katlimlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.


Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.


Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.


Nedenleri


Soykırımın nedeni olarak, tıpkı Holocaust'a neden olarak gösterilen, Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de öne sürülmektedir. Avrupa'da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Benzer olaylar başka ülkelerde örneğin Sudan'da da görülmüştür.
Bir başka neden olarak, özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.


Sorumluları


Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse tümüyle yok olan devlet kurumlarının olmaması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine "halk mahkemeleri" (gacaca ) 3'ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurularak yargılamalar sürdürülmüştür.


Sonuçlar


Tüm politik ve ekonomik yardımlara rağmen Ruanda, yaşanan soykırımın etkilerinden kurtulamamıştır. Ülkenin yakınında meydana gelen Kongo savaşları sebebiyle ülkede ekonomik ve sosyal açıdan istenen ilerleme sağlanamamıştır. 1999'da katliamın ardından yapılan ilk seçim de politik istikrarı sağlayamamıştır.
31 Mart 2005'te, Interahamwe'nın ardından kurulan Demokratik ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.


İddialar


Fransa ve ABD'nin özellikle bölgede katliamı başlatan Hutu'ların engellenebileceği zamanlarda Birleşmiş Milletler'i işlevsiz kılmaya yönelik diplomatik girişimleri bu iddialara temel teşkil eder. Ayrıca Fransa Eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil. şeklinde açıklamada bulunmuştur. (Le Figaro, 12 Ocak 1998)
1992 yılında Ruanda Cumhurbaşkanlığı Muhafızları'nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu France-Culture’e verdiği mülakatta “1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm.” diyerek Fransa'nın henüz anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan gazetecinin ‘Fransa’nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini’ hatırlatması üzerine “Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum.” şeklinde cevap vererek benzer iddialara destek vermiştir.


Kaynak:Wikipedia

28 Ocak 2008 Pazartesi

LİSELİ NAZİLER

Hitler'in Kavgam (Mein Kampf) kitabının satışları birkaç ay önce Türkiye'de aniden patlama yaptığında, dünya basını bile 'sebebsiz' görünen bu patlamaya yoğunlaşmıştı. Bir iddiaya göre bunun nedeni ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle yahudi düşmanlığının gençler arasında iyice yükselmesiydi. Ancak bu iddianın altı fazla doldururulamamıştı. Oysa gençler arasında ırkçı yükseliş çok daha ciddi boyutlarda! Yahudi düşmanı, Hitler hayranı gençler sadece 'Kavgam' kitabının satışlarını patlatmakla kalmıyor, aynı zamanda TürkischeJugend adı altında Türkiye çapında liselerde örgütlenilyor. Örgütün amblemiyse şimşek şeklinde iki S. Nazi SS subaylarından esinlenme... Gamalı haçı kullanmamalarının nedeniyse 'kötü çağrışımlar' yapması...Hitler hayranı nasyonalist gençler ise, hatta ilkokullarda örgütleniyor. Yaş ortalaması 16 olan, internetten şifreli mesajlarla haberleşen, teorik toplantılar yapan grubun ismi TürkischeJugend (Türk Gençliği). Amblemleriyse şimşek şeklirnde çizilmiş iki S harfi; yani SS...

HEDEFTE KİMLER VAR?

İlk aşamada İstanbul, Ankara, Bursa ve Malatya'da örgütlenen ama tüm lise ve ortaokullara yayılmak isteyen grubun üyeleri binleri bulmuş durumda. Sembolik olarak Yahudiler'e düşman olsalar da, asıl hedefleri "Kürtler, Fethullahçılar ve Çingeneler." Kendi ifadeleriyle Yahudiler'i dünyayı gizli örgütlerle kontrol ettikleri, 'Fethullahçılar'ı, gerçek yüzlerini göstermeden Atatürk cumhuriyetini yıkmak istedikleri, Kürtler'i ve Çingeneler'i ise ülkeyi bölmeye çalıştıkları ve suç çeteleriyle İstanbul'u yaşanmaz hale getirdikleri için sevmiyorlar. En tehlikesiyse reşit olunca işi silahlı mücadeleye dökmek istemeleri.

ÜLKÜCÜLERE SOĞUK BAKIYORLAR

TürkischeJugend üyeleri herhangi bir siyasi oluşumla bağlantıları olmadığını söylüyor. Ülkücüleri de kendilerine yakın bulmuyorlar mı? Liderleri T. ülkücülerin yoldan saptığı kanısında. "Ülkü Ocakları'na giden elemanların çoğu artık serseri. Beline silahını takan, kavgalara bulaşan gençler ama karıştıkları kavgalar milliyetçilik uğruna değil. Kız meselesi, çıkar çatışması için kavgaya giriyorlar." Ç.de aynı fikirde, "MHP, kendi ocağındaki adama ülkücü. Beşiktaş'taki ülkücü Eminönü'ndeki ülkücüyü bile tanımaz çoğu zaman."

SİYASETÇİLERİ SEVMİYORLAR

İsmet İnönü dahil, Atatürk'ten sonra gelen her siyasetçinin Atatürk'ün Türklük mirasına ihanet ettiğini düşünüyorlar. Alt kimlik üst kimlik tartışmasını başlatan Başbakan Erdoğan'a da tepkililer: AKP ikili oynuyor ama halk bunu göremiyor... Başka bir grup olan NASOTUHA (Nasyonal Sosyalist Türk Hareketi) ile bağlantı kurmaya çalışmışlar. "Ancak onlar bağlantıda olmayı istemedi" diyorlar... T., "NASOTUHA şiddet üzerine kurulu bir örgüt. Adana'da kurulmuş, çeşitli illerde üyeleri var. Bazı illerde Kürtler'e yönelik şiddet olaylarını üstleniyorlar" diye konuşuyor.



Kaynak:Aktüel

27 Ocak 2008 Pazar

Elia Kazan

1909 yılında Türkiye'de doğdu. 4 yaşındayken ailesiyle birlikte ABD'ye göç etti. Bulaşık yıkayarak Yale Üniversitesi'ndeki tiyatro eğitimini tamamladı. ABD'nin en iyi yönetmenleri arasında sayılan Ellia Kazan, ünlü Actors Studio'yu kurup Marlon Brando ve James Dean gibi efsane oyuncular yetiştirdi. "İhtiras Tramvayı", "Rıhtımlar Üzerinde", "Cennet Yolu" gibi başyapıtlara imza attı.


HAKKINDA YAZILANLAR


Amerika'nın en yaratıcı göçmeniydi Radikal 30/09/2003 Kendini 'Anadolulu' olarak tanımlayan, unutulmaz Hollywood filmlerinin yönetmeni, efsane oyuncuların yaratıcısı Elia Kazan 94 yaşında öldü. McCarthy'yle işbirliği, 50 yıl peşini bırakmamıştı.NEW YORK - Hollywood, tarihini yazan outeur'lerden birini, Elia Kazan'ı kaybetti. Kazan 50'li ve 60'lı yıllarda sinema tarihine geçen 'Rıhtımlar Üzerinde', 'Arzu Tramvayı', 'Cennet Yolu' gibi filmler çekmiş, Marlon Brando, James Dean, Warren Beaty gibi oyuncuların çıkış yapmasını sağlamıştı. Kendini her zaman bir 'Anadolulu' olarak niteleyen Kazan, gelip gitmekten büyük keyif aldığı, entelektüelleriyle uzun soluklu dostluklar kurduğu Türkiye'de de iyi tanınan ve sevilen bir sinemacıydı. Ama yarım yüzyıl boyunca peşini bırakmayacak kötü bir şöhretin de sahibi oldu. Sinema ve sanat çevrelerinde pek çok kişi, arkadaşlarını ihbar eden bir hain olarak damgaladığı bu büyük sinemacıyı asla affetmedi.


Kökleri Kayseri'de


Elia Kazan, Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul'da doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıldığı yıllarda, Amerika'ya göçtüler. İlk aşkı tiyatroydu. Yale'in Sahne Sanatları Bölümü'nde iki sene okuduktan sonra 1935'te ilk oyununu yönetti. 40'larda Broadway'in en iyi yönetmenlerinden biri olarak şöhret kazanmıştı bile. Tabii ki Hollywood onu kucaklamakta gecikmedi. 1948'de ilk filmlerinden biri olan 'Centilmenlik Anlaşması'yla da ilk Oscar'ını kazandı. Amerikan yaşamının çatışmalarına, Amerikalıların problemlerine eğilen ilk yönetmenlerden biriydi Elia Kazan. 1948 yılında açtığı Actors' Studio adlı okul, Hollywood'a unutulmaz bir oyuncu kuşağı kazandırdı. En gözde öğrencilerinden biri unutulmaz filmlerinde başroller verip bir ikon haline getireceği Marlon Brando'ydu. 'Rıhtımlar Üzerinde' ve Tennessee Williams'ın oyunundan uyarladığı 'Arzu Tramvayı'yla Brando'yu yaratırken, en iyi filmlerinden biri sayılan 'Cennet Yolu'yla James Dean efsanesini ortaya çıkarttı. Kazan, tanınmamış oyuncularla çalışmayı severdi. Rod Steiger, Natalie Wood, Lee Remick, Warren Beaty gibi isimlerin onunla çalıştıktan sonra yıldız oldular. 1952 yılında Senatör Mc-Carthy'nin Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi'ne ifade veren Kazan, sinema sanayiinden komünist eğilimli sekiz arkadaşını ele vererek onların kariyerlerinin sona ermesine yol açmıştı. Bunlardan birisi olan senarist Abraham Polonsky, Elia Kazan'ın 1999 yılında onur Oscar'ı alacağını duyunca "Umarım ödülünü alırken birisi onu vurur" demişti.


'Özür dilemiyorum'


Kendisi de Komünist Parti üyesi olan Kazan, McCarthy'yle işbirliği konusunda hiç geri adım atmadı. Ömrü boyunca peşini bırakmayan bir lanete dönüşen bu hareketinden pişmanlık duymadığını söylüyordu. 1997'de İstanbul Film Festivali'nden Onur Ödülü almaya geldiği sırada Cumhuriyet gazetesinden Ahu Antmen'e verdiği röportajda konuyla ilgili şunları söylemişti: "Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum. Ve beni mutsuz etmiyor." 1960'larda yazarlığa merak saran Elia Kazan altı roman yayımlamış, sinemadan elini eteğini çektiği 90'larda tamamen yazı faaliyetleriyle uğraşmıştı. Çektiği filmler bir düzine Oscar alan yönetmen, biri Onur Ödülü olmak üzere üç Oscar sahibiydi. Kazandığı onlarca ödül arasında Berlin'deki Altın Ayı Onur Ödülü, Cannes'daki Altın Palmiye, Venedik'teki bir Gümüş Arslan ve Jüri Özel Ödülü ile dört Altın Küre sayılabilir.


Birlikte Kayseri'ye gitmiştik


Zülfü Livaneli (Müzisyen, yazar): Anadolu en büyük evlatlarından birisini yitirdi. Bunu özellikle belirtiyorum. Çünkü Elia Kazan ısrarla kendisinin 'Anadolulu' olduğunu söylerdi. "Ben ne Rumum ne Türk ne de Amerikalı. Ben Anadoluluyum" derdi. 20 yıla yakın süren yakın dostluğun birçok anısı canlanıyor gözümde ama bunların içinde belki en tuhafı, onu annesinin doğduğu köy olan Germir'e götürmemdi. Yağmurlu bir günde Kayseri'nin Germir Köyü'nde, kubbesi ikiye ayrılmış, içinde hayvanların barındığı kiliseyi ve annesinin yıkılmış evini gördüğü zaman bana demişti ki; "Bende bazı resimler var. Annem tuvalet ve şapkayla davet veriyor bu köyde. Anlayamıyorum". Daha sonra Kayseri'de babasının halıcı dükkânının olduğu Kapalı Çarşı'ya gittik. Babasının dükkânının yan tarafı sakatatçı olmuştu, her taraftan ciğerler sarkıyordu. Onların arasında küçük bir iskemleye oturdu. "Beni iki saat yalnız bırak, sonra buradan gel al" dedi. Güvenlik nedeniyle biraz kaygılandığımı fark edince de "Üzülme babamla konuşucağım" dedi. Babası ile büyük problemler yaşamıştı. Sert bir adamdı ve onun özgüvenini yıkmıştı. Anneyi ve çocuğu döven bir adamdı babası. O gün akşam konuştuğumuzda kendisine 'Babasını bağışlaması gerektiğini çünkü Amerika'ya gitme kararı almasaydı Elia Kazan'ın da o Kapalı Çarşı'da hayatını sürdüreceğini' söyledim. Güldü ve "Doğru" dedi.


Sinemamıza büyük katkı yaptı


Hülya Uçansu (İstanbul Film Festivali Yöneticisi): Elia Kazan, Amerikan sinema ve tiyatro dünyasının 20. yüzyılda sahip olduğu en önde gelen yaratıcılardan biriydi. Her ne kadar McCarthy dönemindeki tutumuyla Amerikan sanat çevrelerinde yıllarca lanetli bir isim olarak anıldıysa da, bence kendisi de McCarthysmin başka bir kurbanıydı. Elia Kazan, İstanbul Film Festivali'ne iki defa geldi. İlkinde Altın Lale jüri başkanlığı yaptı. Onun başkanlığında yapılan sansüre tepki yürüyüşü sonucunda dönemin Kültür Bakanı Tinaz Titiz'in kararıyla ülkemizde uluslararası düzeyde düzenlenen tüm film festivalleri sansürden muaf tutuldu. Bu karar daha sonraları da sinemamızda uygulanan sansürün görece olarak gevşemesine yol açtı. Bu, sinemamıza yapılabilecek en değerli katkılardan biriydi. İkinci defa ise, İstanbul Festivali'nin kendisine verdiği Yaşam Boyu Onur Ödülü'nü almaya gelmişti. Daha önceleri ülkemizde gösterimi yasaklanmış olan 'America, America' adlı filminin Türk izleyicisiyle buluşmasına tanık oldu.


Brando'nun arkasındaki adam


Atilla Dorsay (Sinema yazarı): Artık etkin değildi. Uzunca bir süre film çekmiyordu. Ama Hollywood'a ve sinema sanatına getirdiği önemli yenilikler oldu. Tiyatro ile sinemayı çok iyi sentezliyordu. Başta Tennessee Williams olmak üzere pek çok tiyatro yazarının sinemadaki en iyi karşılıklarını verebilmişti. Marlon Brando, Frank Sinatra'nın arkasındaki adam olan Ellia Kazan hem tiyatroda hem de sinemada Amerikan sanatının geçen yüzyıldaki en büyük temsilcilerinden biriydi. Halının üzerinde yatmak istemişti Elia Kazan'ı 1960 başlarında tanımıştım. Birkaç gün, Cihangir'deki apartmanımda kalmıştı. Kazan'ı ilk tanıdığımda bende bıraktığı izlenim alçak gönüllülüğüydü. Evde onun için özel bir düzen değişikliği yapılmasını istemediğinden, ille de halının üstünde yatmak istemişti. O sıralarda 'Amerika Amerika'yı çekiyordu. Yazık ki bu güzel film bizim geleneksel tutumumuzdan ötürü ülkemizde yasaklanmış, Kazan 1988'de İstanbul Festivali'ne jüri başkanı olarak katılmasına kadar gösterilememişti. O festivalde 'Amerika Amerika'nın da içinde bulunduğu bir toplu gösterisi büyük ilgi görmüştü. Kazan, yaşamı boyunca Türkiye'ye, özellikle İstanbul'a büyük bir nostalji duymuştu. Bu duygularını birçok filminde yansıtmış, 'Viva Zapata', 'Rıhtımlar Üstünde/On the Waterfront', 'Cennet Yolu/East of Eden' gibi ünlü filmlerinin ötesinde, özellikle benim en sevdiğim ama Amerika'da pek tutulmamış 'Kader Değişmez/The Arrengement' Türkiye'den göç etmiş bir çocuğun aile ilişkilerini çok duyarlı bir biçimde aktarmıştı. Bir İstanbul ailesinin gelenek ve ilişkilerini içten biçimde yansıtan bu film, belki de bu nedenle ABD'de öteki filmleri kadar ilgi görmemişti. Bana göre Eli Kazan 20. yüzyılın ikinci yarısında, sadece sinemanın değil tiyatronun da büyük yönetmenlerinden biriydi. Daha 1930'ların ortalarında tiyatro alanında çalışmaya başlamış Thornton Wilder, Tennessee Williams ve Arthur Miller gibi en yaratıcı tiyatro yazarlarının yapıtlarını sahneye taşımıştı. Lee Strasberg'le birlikte kurduğu Group Theatre'da aktörlerini yepyeni bir oyunculuk tekniğiyle oynatmak istemişti. Gerçekte bu teknik Stanislawski'nin önerdiği yöntemin uygulanmasıydı. Elia Kazan, daha sonraları yine Lee Strasberg'le birlikte kurduğu Actors' Studio (Oyuncular Stüdyosu) okulundan, Stanislawski metodunu kullanarak Marlon Brando ve James Dean'in başını çektiği genç kuşak oyuncuları yetiştirmişti.


Livaneli'nin 'Sis'inde oynamıştı


Kazan'ın Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne de büyük bir katkısı olmuştu: 1988 yılında Seçici Kurul Başkanı olarak İstanbul'a geldiğinde bana 'Sizin için ne yapabilirim?' demişti. Ben de Festival filmlerinin sansürden kurtarılması için yardım etmesini istemiştim. Sonra onunla bir plan kurmuş, festivale katılan tüm sanatçılar ve Yeşilçam'ın önde gelen kişileriyle Taksim'e yürünmesini ve orada 'Uluslararası sanatsal etkinliklerde Sansür olamaz!' diye bağırılmasını sağlamıştık. Bu olay, dönemin çok anlayışlı Kültür Bakanı Sayın Tınaz Titiz'i etkilemiş ve çıkardığı bir yönetmelikle uluslararası festivallerden sansürü kaldırmıştı. Kazan, Zülfü Livaneli'nin 'Sis' filminde de küçük bir rol almıştı. Kazan çok uzun yıllar yaşadı ve 94 yaşında öldü. Yaşamı boyunca sinema ve tiyatroda yeni akımlar geliştirmek bir yana, her iki alanda da sayısız başyapıt ortaya koydu. Romanı 'Uzlaşma' ve yaşamöyküsü 'Bir Yaşam' kendi alanlarının güzel örnekleri olarak anılacaktır. Bana göre Türkiye, Elia Kazan'ın ölümüyle, büyük bir yaratıcı dostunu yitirmiştir.


Filmografi


The Last Tycoon/ Son Patron (1976)

The Visitors/Ziyaretçiler (1972)

The Arrangement/Kader Değişmez (1969)

America, America (1963)

Splendor in the Grass/Aşk Bahçesi (1961)

Wild River/ Vahşi Nehir (1960)

A Face in the Crowd/Kalabalıkta Bir Yüz (1957)

Baby Doll/Taş Bebek (1956)

Cennet Yolu (1955)

Rıhtımlar Üzerinde (1954)

Man on a Tightrope (1953) Viva Zapata! (1952)

Arzu Tramvayı (1951)

Panic in the Streets/ Sokaklarda Panik (1950)

Pinky /Kara Damga (1949)

Boomerang! /Geriye Tepen Silah (1947)

Gentleman's Agreement/ Centilmenlik Anlaşması (1947)

The Sea of Grass /Yeşil Çayırlar (1947)

A Tree Grows in Brooklyn/Bir Genç Kız Yetişiyor (1945)


Kaynak:biyografi.net

MARLON BRANDO-BİR SİNEMA EFSANESİ



En tanınmış filmleri "A Street Car Named Desire", "On The Waterfront" ve "The Godfather" (Baba). Küçük yaşta tiyatroya başlamış olan aktör, New York'ta Lee Strassberg, Elia Kazan ve Emir Zahirovic'den senelerce oyunculuk dersi almıştır. Ancak kendisi üzerinde en önemli etkiyi Stella Adler'in (dolaylı olarak ünlü Rus tiyatrocu Stanislavski'nin) yapmış olduğunu ısrarla belirten Brando, Actors Studio'nun kurucularından olmasa da 1952'den itibaren stüdyonun dünya çapında ün kazanacağı dönemde başında bulanan Lee Strasberg'in kendini hocaların hocası gören kibirli tavrı karşısında hep muhalif olmuştur. Oyunculuk hayatı üzerinde, bir zamanlar Henry Fonda'yı sahnelere kazandıran tiyatrocu annesinin etkisi olduğunu da yadsımaz. "Hala Hollywood'da bulunmamın tek nedeni parayı reddedecek ahlaki cesaretimin olmayışıdır" diyecek kadar cesur, 1974'te The Godfather filmiyle aldığı Oscarı reddedecek kadar da asi biriydi. 2. Oscarını Amerika'nın Kızılderililere karşı uyguladığı politikayı protesto etmek için ödülü almaya dahi gelmemiştir. On the Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) ile gerçekleştirdiği performansla tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olduğunu kanıtladı; ama Brando'nun yakın dostu Elia Kazan'ın da bu başarıda rolü vardı. Elia Kazan film için başta Frank Sinatra ile anlaşmış olmasına rağmen, yapımcı Spiegel'in de etkisiyle Brando'yu başrole koymuştur. Kült filmler arasına giren bir diğer filmi ise "Last Tango in Paris"'te Bertollucci ile çalışmıştır. Brando ülkesinde Kızılderili ve siyahların hakları için aktif olarak çalışmış, bu yollarla pek çok düşman edinmiştir. Oğlunun mahkemesinde kendisini 'ateist' olarak tanımlasa da, dini inancı bulunduğunu hayatının akışında pek çok yerde belirtmiş, özellikle kızılderili manevi inançlarına kendini yakın hissettiğini belirtmiştir.

26 Ocak 2008 Cumartesi

MÜHENDİSLİK TARİHİ

1.GİRİŞ:

Mühendisliğin geçmişi insanoğlunun içindeki merak duygusu kadar eskidir. Atalarımız doğanın sunduğu malzemeleri ve sahip olduğu güçleri, tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi insanlığın yararına kullanmaya ve kontrol altına almaya çalışmışlardır. Mühendislerin bu çabaları, onların toplum içerisinde “toplumun ihtiyaçlarını” karşılamak gibi bir misyonu üstlenmelerine neden olmuştur. (liman,yol, sel baskınlarını kontrol tesisleri yapmak).Bu nedenle tarihin önemli uygarlıklarında mühendisler, hükümdarlara yakın kişiler olmuşlar ve önemli mevkilerde yer almışlardır.

2.İLK UYGARLIKLARDA MÜHENDİSLİK:
A. MEZOPOTAMYALILARDA MÜHENDİSLİK:

Önemli mühendislik edimleri, bugünkü Irak’ta Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki bölge olan Mezopotamya’nın eski sakinlerine çok şey borçludur. İlk tekerlekli arabanın bu bölgede görüldüğü söylenmektedir. Çok eski ve gizemli bir halk olan Sümerler, yazılı tarihin başlangıcında Güney Mezopotamya’da, dünyanın ilk mühendislik uygulamalarını oluşturan kanallar, tapınaklar ve surlar inşa etmişlerdir. Mezopotamyanın diğer sakinleri Babiller ve Asurlular ise yine mühendislik adına önemli eserler vermişlerdir.

Bu döneme ait,bulunan kil tabletlerdeki kayıtlar M.Ö. 2000 yıllarında “usturlap” denen bir açı ölçüm aletinin astronomik gözlemlerde kullanıldığını göstermektedir. Bir dereceli daire ve bir görme kolundan ibaret olan bu alet, Mezopotamyalılar tarafından kullanılan 60’lık sayı sistemine dayalıydı. Bu sistem, zaman ve açı ölçümlerinde bugün hala kullanılmaktadır.

Babil ülkesini 43 yıl (M.Ö. 1850-1750) yöneten büyük kral Hammurabi , kendi adını taşıyan yeni ve kapsamlı bir kanunname derlemiştir. Kötü inşaat uygulamalarına izin verenlere cezalar getiren bu ünlü kanunname, günümüz inşaat kanunlarının bir önceli olarak görülmektedir.
Hammurabi Kanunları, kalite teminatı ve mesleki sorumluluğa ilişkin önemli bir mesaj veriyor ve ihlal halinde son derece ağır cezalar öngörüyordu.
Kral Sennacherib’in hükümdarlığı sırasında, Asurlular umumi su kaynağının dikkate değer ilk örneğini tamamladılar. (M.Ö. 700 civarı)

B.ESKİ MISIR’DA MÜHENDİSLİK:

İlk plan ve inşaat uzmanları Eski Mısır uygarlığında ortaya çıkmıştır. Mühendisliğin bu ilk habercileri Mısır krallarının güvenilir danışmanları olarak üst mevkilere sahiptiler. Bu mevkiye sahip bir adam ,”Bayındırlık şefi(1)” olarak bilinen bir genel inşaat uzmanıydı.

Bu eski mühendisler / mimarlar, arazi ölçümünün (mesaha) bilinen ilk biçimini uygulamaya koydular. Mısırlılar ayrıca etkin sulama sistemleri geliştirdiler ve görkemli taş binalar inşa ettiler.


C.YUNANLILARDA MÜHENDİSLİK:

M.Ö. 600’den başlayarak, Doğu Akdeniz bölgesinde Yunanlı yaşam ve düşünce tarzı egemen olmuştur. Yunanlılar, en çok soyut mantıkları ve geçmişin ilmini kuramlaştırma ve sentez etme yetenekleri ile hatırlanmaktadırlar. Sanat, edebiyat ve felsefede gerçekleştirdikleri büyük ilerlemeler, mühendisliğe katkılarını gölgede bırakma eğiliminde olmuştur. Esas olarak kuramın üzerinde yoğunlaşmaya eğilim gösterdiler, deneme ve doğrulamaya ve uygulamaya az değer verdiler.
Yunanlılar mekanik teknolojide de yaratıcı olmasını bilmişlerdir. Archimedes, bileşik makaraları, hidrolik vidaları, büyüteci ve çeşitli savaş makinalarını icat etmiştir.Yunanlılar deniz kültürüyle iç içe olmalarının bir sonucu olarak limanlar ve dalgakıranlar yaptılar. Yine Dünyanın ilk deniz fenerinin inşaatına bu dönemde başlandı (M.Ö.600). Bu fener 113 metre yükseklikteydi ve antik dönemde dünyanın yedi harikasından biri olarak biliniyordu.(Alexandria limanındaki Pharos feneri)

Sisam adasında inşa edilen , Megaralı mimar Eupalinus’un yönetimi altında 275 m yükseklikte bir tepeyi kesip geçen 1005 m uzunluktaki tünel bir diğer önemli eserdir.

D. ROMALILARDA MÜHENDİSLİK:

Antik dönemin en ünlü mühendisleri Romalılar, kaynaklarını daha fazla bayındırlık işlerine adamışlardır. Yunanlıların aksine, Romalılar matematiksel mantıktan ve bilimden çok deneyime güvenen pratik inşaatçılardı. Yapıları tasarım açısından basitti ancak yine de ölçek olarak etkileyici ve uygulama olarak cesurdu . Genellikle sanat ya da estetikten çok işleve önem veriliyordu.

Romalı inşaatçılar mühendisliğe önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunlar arasında, ileri inşa yöntemlerinin geliştirilmesini, sulu çimentonun keşfedilmesi , şahmerdan, ayak gücüyle çalışan vinçler, ahşap kovalı çarklar gibi bir dizi inşaat makinalarının tasarlanması sayılabilir.

2.2.ORTAÇAĞDA MÜHENDİSLİK:

Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca, yani Orta Çağ olarak bilinen dönemde mühendislikte nispeten az ilerleme olmuştur. Bununla birlikte, özellikle yapı tasarımında enerji tasarrufu sağlayan ve gücü arttıran makina ve aletlerin gelişiminde olmak üzere bazı önemli ilerlemeler bu dönemde olmuştur.

Ortaçağda, mühendisler emekten tasarruf sağlayan makinalar tasarlayıp geliştirerek insanlar ve hayvanların üretim güçlerini arttırmanın ya da desteklemenin yollarını aramışlardır. Yel değirmeni bu çağda geliştirilmiş ve daha etkin hale getirilen su değirmenleri yeni kullanımlara sahip olmuştur. Mekanik alanında ortaçağda Avrupa’da gerçekleşen diğer ilerlemeler arasında, çıkrık ve gemiler için mafsallı dümen sayılabilir.

Ortaçağın gelişkin mühendislik aletleri, malzemeleri ve tekniklerinin bir çoğu ilk kez Uzak Doğuda, özellikle de Çin’de görüldü. Barutun icadı ve kağıt yapımı, demirin dökülmesi ve kumaşların imalatına ilişkin işlemlerin geliştirilmesi bu ilerlemeler arasındadır.

F.YAKIN ÇAĞDAN GÜNÜMÜZE MÜHENDİSLİK:

Yirminci yüzyıla doğru son 150 yılda, madencilik, imalat ve ulaşımda önemli ilerlemeler olmuştur. Buhar makinasını tasarlayan Thomas Newcoman’ın atmosferik basınçlı buhar makinasından çok daha etkindi. Fabrikatör Matthew Boulton’un desteğiyle, yüzlerce makina üretildi. 1800’e gelindiğinde, Boulton ve Watt makinalarından 500’ü, İngiltere’de, madenleri pompalayıp su çıkarmada , demir işleri ve tekstil fabrikalarındaki makinaları çalıştırmada kullanılıyordu .

19. yüzyıl, mühendisliğin bir meslek olarak öneminin daha da artmasına tanıklık etmiştir. İnşaat mühendisi ünvanını ilk kullanan İngiliz John Smeaton, bilim çevrelerinde üst düzeyde saygı görüyordu. 20.yüzyılda ilk Makina Mühendisleri Enstitüsü 1847’de kuruldu ve George Stephenson ilk başkan olarak hizmet verdi.1908’e gelindiğinde, inşaat, makina, elektrik, kimya , madencilik ve metalurji mühendisliklerini temsilen beş dernek kurulmuştur.

19. yüzyıldaki mühendislik başarıları için, elektriğin bir güç kaynağı olarak geliştirilmesi en önemli faktörlerden biridir. Bunda, büyük oranda 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sayısız bilimci ve mühendisin çabaları rol oynamıştır. Bununla birlikte, temeller, Alman George Simon Ohm, İtalyan Alessandra Volta ve Fransız Charles Coloumb ve Andre Ampere gibi, elektriğin temel doğasını tanımlayan, 18. yüzyılın başlarındaki fizikçilerin buluşları ile atılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, nükleer yolla elektrik enerjisi üretimi üzerine tasarım ve fizibilite çalışmaları yapıldı. İlk nükleer enerji santralı 1967’de faaliyete geçti . Nükleer enerji fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye ekonomik açıdan rakip hale geldi

Yirminci yüzyılda benzersiz teknolojik gelişme ve değişim yaşanmıştır. Keşiflerin adımlarının hızlanması, belki de en çok elektronik alanında belirgin olmuştur. Bu yüzyılda, sinyallerin ilkel bir biçimde iletilmesinin yerini, elektronik parçaların kullanıldığı muazzam kumanda sistemlerine sahip modern iletişim ağları almıştır. 1947’de transistörün icadından bu yana, elektronik sinyalleri güçlendirme cihazları olarak, vakumlu tüpler de yerlerini, büyük ölçüde, yarı-iletkenli cihazlara bırakmıştır. Transistör ve yarı-iletken diyot, elektronik donanımların çok küçülmesini sağlamıştır. Minik silikon çipler üzerinde seri üretilen, ucuz entegre devrelerin gelişi, elektronik tasarımda çığır açan değişimlere yol açmıştır. Minyatürleşme ile birlikte, bu tür cihazlar sinyallerin devreler aracılığıyla güvenilir ve hızlı bir biçimde iletilmesini ve daha hızlı kumanda devreleri ve dijital bilgisayarların geliştirilmesini sağlamıştır.

3.TÜRKİYEDE MÜHENDİSLİK TARİHİ:

Ülkemizde üniversite tarihi bugünkü adı İstanbul Teknik Üniversitesi olan, 1773’te açılan Mühendishane-I Bahr-i hümayun’un kuruluşu ile başlar. İlk adı “Mühendishane” olan bu üniversite ulusal tarhimizin ilk üniversitesidir.

I. Abdülhamit devrinde büyümeye devam eden bu üniversite, III. Selim döneminde 1795’de adı Mühendishane-I Berr-I Hümayum (inşaat mühendisliği) olmuş ve bir kanunnameye bağlanmıştır. Bu kanun; ünversitenin kurulduğu dönem koşulları içerisinde oldukça modern ve detaylı bir üniversite kanunudur.

Tanzimattan Sonra Üniversite


Bugünkü anlamda üniversitelerimizin tarihi tanzimatla başlar. 1845’te “Meclis-i Muvakkat” adı ile ulema asker ve bürokratlardan oluşan yedi kişilik geçici bir meclis kurulmuş ve bir yıl çalışmıştır. Bu meclis eğitim sisteminde yapılması düşünülen düzenlemeler için prensipler belirlenmiş ve batıda olduğu gibi eğitimin ilk, orta ve yüksek eğitim olmak üzere üç basamaklı yapılmasını benimsemiştir.
Tanzimatta bugün kullandığımız üniversite sözcüğüne karşılık olarak Osmanlıca (Türkçe) Darülfünun terimi kullnılmışsada içerik olarak batı tipi yeni modern üniversite benimsenmiştir. 1933’e gelindiğinde Darülfünun terimi yerine “üniversite” tercih edilecek en son darülfünun olan İstanbul Darülfünun’u adı İstanbul Üniversitesine çevrilerek hem terim hem de anlam itibarı ile üniversite batılı olacaktır.

Darülfünundan askeriye ve bürokrasinin ihtiyaç duyduğu insan gücü yetiştirmesi amaçlanıyordu. I.Darülfünun 14 ocak 1963’te öğretime başladı, fakat çok geçmeden kapandı. 20 Şubat 1870’de II.Darülfünun (Darülfünunun-u Osmaiye) açıldı. 1874’de III. Darülfünun, 1 Eylül 1900’de IV. Darülfünun ve 1908’de V. Darülfünun açıldı. 20 Nisan 1912’de Darülfünun Nizamnamesi yayınlamdı ve ad İstanbul Darülfünununa çevrildi.

11 Ekim 1919’da Darülfünun nizamnamesi yeniden düzenlendi ve bilimsel özeklik verildi. 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün mektep ve medreselerle birlikte Darülfünun Maarif Vekaletine bağlandı. 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanun ile İstanbul Darülfünunun talimatnameleri yayımlandı ve bilimsel ve idari özerklik verildi. Bunun dışında Cımhuriyet döneminde çok ciddi devrimler yapılmışsa da Darülfünuna dokunulmamıştır.

1930’dan itibaren Darülfünun çeşitli yayın organlarında eleştirilmeye başlanmış ve 1933’de İstanbul Darülfünun’u kaldırılarak İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 reformu daha sonraki üniversite düzenlemeleri üzerinde belirleyici bir etki yapmıştır. 1933 reformu ve çevresindeki olaylar cumhuriyet döneminden sonra üniversiteye bakışın anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.

31 Temmuz 1933 de Darülfunun Kapatılmış Darülfunun toplam 240 olan öğretim elmanı kadrosu 53’e düşürülmüş ve diğer öğretim elemanının görevlerine son verilmiştir. Böylelikle, eski öğretim elemanlarının üçte ikisi işten atılmışlardır. Bunların yerine Almanya’dan Hitler rejiminden kaçan öğretim üyeleri getirilmişitir.

Istanbul Üniversitesi 9 aylık bir boşluktan sonra 1934’ te çıkarılan İstanbul Üniversitesi Talimatnamesi’nde belirlenen yeni esaslara göre düzenlenmiştir.

1946 (18.6.1946 tarih ve 4936 sayılı kanun), 1961 (61 anayasası madde 120, 115 sayılı kanun) 1973 (7.7.1973 tarih ve 1750 sayılı kanun), 1981 (6.11.1981 tarih ve 2547 sayılı kanun) de olmak üzere üniverite kanununda en az 8 yıllık en çok 15 yıllık peryotlarda olmak üzere 5 defa düzenleme yapılmıştır.

1981’de Türkiye Üniversitelerinin tümü aynı yasal çerçevenin (2547 sayılı kanun) içine sokulmuş, merkezinde YÖK bulunan otoriter bir yapı kurulmuştur.

Bu otorite üniversitelerin bütün uygulamalarını kontrol altında alma yönünde gelişmeler göstermektedir. Böylece otoriter yapı totaliterleştirmeye dönüşmektedir. 1933’ te başlayan otorite kurma arzusu giderek güçlendirilmiş bürokratik-hiyerarşik bir otorite konisi inşa edilmiştir. Dünyada üniversiteleri aynı yapıda kuran ve aynı merkezden yöneten bir başka ülke bulunmamaktadır.

TARTIŞMA
Buraya kadar genel bir tarihçe ve kronolojik bir irdeleme ile nesnel durum tespiti yapılmıştır.
Başından beri üniversitelerin ve mühendisliğin tarihini irdelerken esas itibari ile yöneten egemen güçlerin hizmetinde olan, onun ayrıcalığını sonuna kadar kullanan, sınıfsal konumu itibari ile emekçi kimliğine uzak olan mühendislerin sayısının artmasına da bağlı olarak son 30 yılda neden sınıfsal konumları değişmeye başlamıştır. Neden işsiz ordusuna dönüşmeye başlamışlardır şanslı olup iş bulabilenlerin ücretleri neden bu kadar düşüktür?
Ve neden bağımsız, özerk ve demokratik olması gereken üniversiteler/yüksek öğretim/mühendisler üzerinde YÖK gibi baskıcı bir otorite oluşturulmuştur. Bu soruların yanıtlarını aradığımız ve bulabildiğimiz ölçüde gelişecek ve geliştireceğiz.

KAYNAKÇA

Bu konuda pek çok kaynak mevcuttur, aşağıda bazıları sıralanmıştır.

1. "Introduction to Engineerging" Paul H.Wright -1994- 2 edition Wiley&Sons
2. "Engineering as a Career" Ralp J.Smith- 1956-Mc.Graw -Hill book
3. "Mühendislik Kimliği" Ünsal Yetim -TMMOB Yayınları -1993
4. "Eski Yunan ve Roma'da Mühendislik" J.G.Landels-Tübitak-1995-5.Baskı
5. "Bir Mühendisin Dünyası" James l.Adams-Tübitak Popüler Bilim Kitapları-İkinci Basım-Mayıs 95
6. "Türkiye Tarihi IV" Murat Katoğlu (Cumhuriyet sonrası eğitim kültür-sanat) Genel Yönetmen:Sina Akşit-Cem Yayınevi-Temmuz 97-5.Basım
7. "21.yy 'daTürkiye" Prof.Dr.Emre Kongar-Remzi Kitabevi-Ocak 99-17 Basım
8. TMMOB Makina Müh. Odası Öğrenci Üye Kurultayı 1999
9. Pek çok ülke eğitimlerinin tarihleri için ilgili web sayfaları
10. www.antimai.org
11.Mühendisliğin uzun yürüyüşü, Ghenu. M
12. www.wikipedia.org

15 Ocak 2008 Salı

Pakistan Tarihi ve Pakistan

''Pakistan Asya'nın önemli ülkelerinden biridir. Pakistan gerçeklestirilen askeri darbe,radikal islamcıların yükselişi ve Butto suikasti nedeniyle yeniden gündeme gelip tartisilir oldu.''

İLERİ TARİH



Pakistan Hakkinda Genel

Resmi adi: Pakistan Islâm Cumhuriyeti
Baskenti: Islâmabad (Nüfusu: 500.000)
Diger önemli sehirleri: Karaçi (yaklasik 10 milyon), Lahor (yaklasik 5 milyon), Ravalpindi, Haydarabad, Multan, Pesaver.
Yüzölçümü: 879.811 km2.
Nüfusu: 155.000.000 (1999 tahmini).
Nüfus artis hizi: % 2.9

Etnik Yapi

Pakistan degisik etnik unsurlarin bir arada yasadigi bir ülkedir. Bunlarin içinde en kalabalik olanlar nüfusun yaklasik % 60'ini olusturan Pencabilerdir. Pencabilerin bir kismi da Hindistan'da yasamaktadir. Hint - Iran dilleri grubuna dahil olan Pencap dilini konusurlar. % 99'a yakini Müslüman ve geneli sünni hanefidir. Onlardan sonra % 11 orana sahip olan Sindliler gelir. Sindlilerin de bir kismi Hindistan'da yasamaktadir. Sindçe konusurlar. % 93'ü Müslüman, onlarin da büyük çogunlugu sünni az bir kismi Ismailidir. Onlardan sonra gelenler % 9 orana sahip Pestunlardir. Onlardan sonra % 6.3 oranindaki Urdu dili konusan halklar gelir. Urduca konusanlar homojen bir etnik unsur degildir. Hindistan ve Banglades'e de yayilmislardir. % 85'i Müslümandir. Onlardan sonra gelen Jatlar % 6 orana sahiptirler. Çogunlugu Hindistan'da yasayan Jatlari Hint Yarimadasi'nin çingeneleri olarak nitelemek mümkündür. Pakistan'dakilerin tamamina yakini Müslümandir. Ardindan % 2.6 orandaki Beluciler gelir. Tamami Müslümandir. Bunlarin disinda kalan etnik unsurlarin hiçbirinin orani % 1'i bulmamaktadir. Bunlarin da belli baslilari sunlardir: Guceratiler, Holar, Kayastanlilar, Kuhistanlilar, Araplar, Farisiler, Hazaralar, Gucarlar, Kesmirliler ve Kizilbaslar.

Dil
Resmi dil Urduca ve Ingilizce'dir. Etnik unsurlarin dilleri de konusulmaktadir.

Din

Resmi din Islâm'dir. Halkin % 97'si Müslümandir. Müslümanlarin % 97.5'i sünni ve sünnilerin de büyük çogunlugu hanefidir. % 1.1'i Caferiye siasi, % 1.1'i de Ismailiyye siasidir. % 0.3 oraninda da Kadiyani vardir. Kadiyaniler Müslümanlardan sayilmakla birlikte bazi düsünceleri Islâm'in temel ilkelerine aykiridir. Bu yüzden ilim adamlarinin çogu onlari Islâm'in disinda görmektedir.



Cografi Durumu

Güney Asya ülkelerinden olan Pakistan, kuzeyden Afganistan ve Çin, dogudan Çin, güneyden Hint Okyanusu (Umman Denizi), batidan Iran ile çevrilidir.

Yönetim Şekli

Ülke 14 Agustos 1973'te yürürlüge konan anayasayla yönetilmekte ve anayasa ülkedeki rejimi federal Islâm cumhuriyeti olarak tanimlamaktadir. Iki meclisli bir parlamenter sistemi vardir. Birinci meclis 87, ikinci meclis 217 üyeden olusur ve parlamenterler serbest genel seçimlerle belirlenir. BM, IKÖ (Islâm Konferansi Örgütü), Ingiliz Uluslar Toplulugu, Uluslararasi Para Fonu (IMF), Islâm Kalkinma Bankasi gibi uluslararasi örgütlere üyedir.

Siyasi partiler

Pakistan'da 30'dan fazla siyasi parti bulunmaktadir. Basta gelenleri sunlardir:
Pakistan Halk Partisi: Binazir Butto'nun liderligindeki bu parti Bati yanlisi laik bir anlayisi savunmaktadir.
Pakistan Islâmi Cephe Partisi: Ebu'l-Ala el-Mevdudi'nin kurmus oldugu Islâm Cemaati'nin siyasi tesekkülüdür. Genel baskani Kadi Hüseyin Ahmed'dir. (Islâmi Cemaat hakkinda "Islâmi hareket" kismina bkz.)
Islâmi Birlik Partisi: Nevaz Serif'in liderligindeki bu parti liberal ve muhafazakâr bir anlayisa sahiptir.
Islâm Alimleri Cemiyeti: Mevlânâ Fazlurrahman'in liderligindeki bu cemiyet geleneksel bir Islâmi siyasi anlayisa sahiptir.
Muhacir Ulusal Hareketi: Eltâf Hüseyin'in liderligindeki bu parti Pakistan'in kurulusundan sonra Hindistan'dan bu ülkeye göç eden ve kendilerine "muhacirler" denen kitleyi temsil ettigini ileri süren bir olusumdur.
Pakistan Milli Avam Partisi: Han Abdulveli Han'in liderligindeki bu parti sol çizgidedir.
Caferi Fakihi Hareketi: Pakistan'daki Sii cemaati temsil etmektedir.
Idari bölünüs: Bir baskent bölgesiyle 5 eyaletten ve 17 ilden meydana gelir. Eyaletler: Pencab (baskenti: Lahor), Sind (baskenti: Karaçi), Pathanistan (baskenti: Pesaver), Belucistan (baskenti: Keta), Azâd Kesmir (baskenti: Bati Kesmir).

Tarihi

Pakistan'in tarihini Hind yarimadasi tarihi içinde ele almak gerekir. Çünkü Pakistan'in kendine özel bir tarihi yoktur ve tarihte bugünkü Pakistan topraklarina özel olarak kurulan ilk devlet Pakistan'dir. Tarihi kaynaklardan ögrendigimize göre Hint Yarimadasi'na Islâm'i ilk götürenler sufilerle Müslüman tüccarlardir. Hindistan topraklarinin Islâm devleti tarafindan fethi ise 712-714 yillari arasinda Haccaci Zalim olarak bilinen Haccac ibnu Yusuf es-Sakafi'nin gönderdigi Muhammed bin Kasim'in komutasindaki ordular tarafindan gerçeklestirilmistir. Bu fetihten sonra yarimadada Islâm hizla yayilmaya basladi. Müslüman Araplar'in yarimada üzerindeki hâkimiyetleri 300 yil kadar sürdü. 1001 yilinda Gazneli Mahmud'un Pencab hükümdariyla girdigi meydan savasini kazanmasindan sonra yarimada tedrici bir sekilde Türklerin eline geçmeye basladi. Gaznelilerin bölgedeki hâkimiyetleri 1187'ye kadar sürdü. 1187 - 1206 yillari arasinda Hind yarimadasinin büyük bir kismina Guriler hükmettiler. 1206'da Hindistan Memlükleri dönemi basladi ve 1290'a kadar sürdü. 1290 - 1320 yillari arasinda Halaçlar, 1320 - 1414 yillari arasinda da Tugluklar hüküm sürdüler. Tugluklar döneminin devam ettigi sirada 1398'den itibaren Hindistan topraklari Timurogullari'nin saldirilarina maruz kalmaya basladi. Timurogullari ilk saldirilardan itibaren Hindistan'in bir bölümünü ele geçirdiler ve zamanla Tugluklar'i ortadan kaldirarak onlarin topraklarina hükmetmeye basladilar.
Timurogullari'nin yönetimi 1858'e kadar sürdü. Ancak bu dönemde Hindistan'in tamamina hükmetmis degillerdir. Ayni dönemde Hindistan'in bazi bölgelerinde daha baska yönetimler hüküm sürmüstür. Timurogullari'nin Hindistan yarimadasindaki hâkimiyetlerinin devam ettigi sirada, 18. yüzyilin sonlarindan itibaren Ingiliz sömürgeciler Hind yarimadasini tehdit etmeye, bazi önemli noktalara saldirilar düzenlemeye basladilar. 1800 yilinda Allahâbâd sehri Ingiliz isgalcilerin eline geçti. Ingilizler 1802'de Agra'yi ele geçirdiler. Daha sonra içerilere dogru iyice girerek yarimadanin tamamina yakinini isgal ettiler. 1857'de isgale karsi çikan halk ayaklanmasi Ingilizler tarafindan siddetle ve pek çok kan akitilarak bastirildi. Ingilizler 1858'de de Timurogullari'nin hâkimiyetine tamamen son verdi ve son Timurogullari sultani Bahadir Sah'i Rangun'a sürgün ettiler. Isgalciler 1857 halk ayaklanmasindaki bütün maddi zararlarinin bilançosunu çikararak tamamini Hindistan halkina ödettirdiler. Ingilizler Hindistan'i isgal ettikten sonra yarimadanin bütün maddi zenginliklerini Ingiltere'ye tasimak amaciyla Dogu Hindistan Sirketi adinda bir sirket kurdular. Bu sirket sadece ticari bir kurulus degildi. Genis idari yetkilere ve imkânlara sahip oldugu gibi bir de ordusu vardi. Ingilizler Hint yarimadasinda en çok Müslümanlari ezmeye çalismislardir. Çünkü isgal ve sömürgeci uygulamalar karsisinda en çok direnenler Müslümanlardi. Ingiliz baskisina karsi Müslümanlar da bagimsizlik yolundaki çabalarini artirdilar. 1906'da kisa adi Muslim League olan Tüm Hindistan Müslümanlari Birligi adli bir örgüt kuruldu.
Ünlü Müslüman sair Muhammed Ikbal ile etkili siyaset adami Muhammed Ali Cinnah'in bu birlige katilmasiyla birlik daha da güç kazandi. Muslim League baslangiçta Müslümanlarin Hindularla ayni haklara sahip olmasi için mücadele ediyordu. Ancak zaman içinde Müslümanlarin ayri bir devlet kurmasi fikri güç kazandi ve 1940 Lahor toplantisinda Müslümanlarin çogunlukta oldugu bölgelerde Hindistan'dan ayri bagimsiz bir devlet kurulmasi için çalisilmasi kararlastirildi. Tarihte Hindular tarafindan sürekli horlanan ve Ingiliz isgali döneminde de ikinci sinif vatandas durumuna düsürülen Müslüman kitle bu yöndeki çabalari destekledi ve 14 Agustos 1947'de Hindistan'dan bagimsiz Pakistan devletinin kurulusu ilan edildi. Baslangiçta Banglades de Dogu Pakistan adiyla bu devlete bagliydi. Ancak 1971'de
Pakistan'dan ayrildi.
Bagimsizlik sonrasinda ilk cumhurbaskanligina "Büyük önder" diye anilan Muhammed Ali Cinnah getirildi. Onun cumhurbaskanligi 11 Eylül 1948'e kadar sürdü. Ondan sonra 19 Ekim 1951'e Hoca el-Hac Nizamuddin, 6 Ekim 1955'e kadar Gulam Muhammed Han, 28 Ekim 1958'e kadar Iskender Mirza, 25 Mart 1969'a kadar Maresal Muhammed Eyyüb Han, 20 Aralik 1971'e kadar Orgeneral Aga Muhammed Yahya, 14 Agustos 1973'e kadar Zülfikar Ali Butto, 5 Temmuz 1977'ye kadar da Fazlullah Çavdara cumhurbaskanligi yapti.
Fazlullah Çavdara'nin cumhurbaskanligi döneminde Zülfikar Ali Butto da basbakanlik görevinde bulundu. 5 Temmuz 1977'de Orgeneral Muhammed Ziyaü'l-Hak bir askeri darbe gerçeklestirerek Butto ve Çavdara yönetimine son verdi. Butto 4 Nisan 1979'da askeri yönetim tarafindan idam edildi. Muhammed Ziyaü'l-Hak, Butto döneminde yürürlükten kaldirilan Islâmi hükümleri yeniden uygulamaya koymak, ülkenin Islâmi kimligini yeniden güçlendirmek ve bütün Pakistan genelinde Islâmi çalismalari artirmak için önemli faaliyetlerde bulundu. Ziyaü'l-Hak'in en önemli hizmeti ise Afganistan'daki Islâmi cihada verdigi destektir. Ziyaü'l-Hak, 17 Agustos 1988'de, uçaginin bir suikast sonucu düsmesi üzerine hayatini kaybetti. Ondan sonra cumhurbaskanligina Gulam Ishak Han getirildi. 16 Kasim 1988'de yapilan genel seçimlerde Zülfikar Ali Butto'nun kizi Binazir Butto'nun liderligindeki Pakistan Halk Partisi 93 üyelik kazanarak birinci parti oldu. Seçimlerden sonra da hükümeti kurma görevi bu partiye verildi. Butto, Muhacir Ulusal Hareketi ve bagimsiz milletvekillerinin destegiyle hükümet kurdu.
Butto hükümeti Eylül 1990'da bazi yolsuzluklara karistigi gerekçesiyle cumhurbaskani Gulam Ishak Han tarafindan görevden alindi. Arkasindan 24 Ekim 1990'da gerçeklestirilen seçimlerde Butto'nun partisi sadece 45 üyelik alabildi. Cemaati Islâmiye de içinde olmak üzere Islâmci ve muhafazakâr kesimden birkaç siyasi olusumu temsil eden Islâmi Demokratik Ittifak ise 107 üyelik kazandi. Seçimlerden sonra hükümeti Islâmi Demokratik Ittifak'in lideri Nevaz Serif kurdu. Ancak cumhurbaskani Nevaz Serif hükümetini 18 Nisan 1993'te görevden aldi. Bu tarihten sonra 26 Mayis 1993'e kadar Balah Ser Mezari'nin liderliginde geçici hükümet isbasinda kaldi. Bu tarihte anayasa mahkemesinin karariyla Nevaz Serif hükümeti yeniden isbasina geldi. 16 Temmuz 1993'te cumhurbaskani Gulam Ishak Han ve basbakan Nevaz Serif birlikte istifa ettiler. Bu tarihten sonra Muin Kureysi'nin liderliginde yeni bir geçici hükümet olusturuldu. Cumhurbaskanligina önce geçici olarak Vasim Seccad, 14 Kasim 1993'te de Faruk Ahmed Leghari getirildi. 6 Ekim 1993'te gerçeklestirilen erken genel seçimlerde Pakistan Halk Partisi parlamentoda 86 üyelik kazanarak birinci parti oldu ve bagimsizlarla isbirligi yaparak 19 Ekim 1993'te hükümeti devraldi.
Fakat bayan Butto daha sonra yine yolsuzluklar yüzünden cumhurbaskani tarafindan görevden alindi. Bayan Butto yolsuzluklarin içine öylesine dalmisti ki zaman zaman
kardesi Murtaza Butto'yu bile irtibatli oldugu mafya vasitasiyla öldürterek tasfiye etmisti. Kocasi da bütün resmi ihalelerden yüzde on komisyon seklinde rüsvet aldigindan halk arasinda "yüzde oncu" olarak aniliyordu. Bayan Butto'nun görevden alinmasinda ise Cemaati Islamiye'nin önemli rolü olmustur. Cemaati Islâmiye, bütün bu yolsuzluklara, mafya cinayetlerine ve devlet yönetiminin adeta bir mafya çetesi haline getirilmesine karsi halki harekete geçirmeseydi, insanlari sokaga dökmeseydi belki de cumhurbaskani Faruk Ahmed Leghari bayan Butto'yu görevden alma ihtiyaci duymayacakti. Çünkü Leghari, gelismeleri çok iyi biliyordu ve olan bitenleri Cemaati Islâmiye'nin ileri gelenlerinden önce ögrenme imkânina sahipti. Anayasa kendisine yolsuzluklara karistigi anlasilan bir basbakani görevden alma yetkisi de veriyordu. "Yüzde oncu"nun hanimini görevden aldigindan dolayi halktan herhangi bir tepki görmeyecegini tahmin etmesi de mümkündü. Ama buna ragmen Cemaati Islâmiye'nin harekete geçirdigi kitleler kapisina kadar dayanip kulaklarini patlatircasina seslerini yükseltmeden anayasanin bu konuda kendisine verdigi yetkileri kullanmaya yanasmadi.
Butto'nun görevden uzaklastirilmasindan bir süre sonra, 3 Subat 1997 tarihinde yeniden erken genel seçimler gerçeklestirildi. Seçimlerden Nevaz Serif'in Pakistan Müslüman Birligi (PML) adli partisi zaferle çikarak 217 üyeli parlamentoda 124 sandalye kazandi. Bayan Binazir Butto'nun kazandigi sandalye sayisi ise 15'e düstü. Butto, sonuçlari kabul etmedi ve seçimlere hile karistigini ileri sürdü. Verilen bilgilere göre seçimlere katilim orani oldukça düsüktü. Bu durum Pakistan halkinin siyâsi partilerden fazla bir beklentisinin olmadigini ortaya koyuyordu.
Seçimlerden sonra cumhurbaskani Faruk Ahmed Leghari hükümeti kurma görevini parlamentoda mutlak çogunlugu elde eden Pakistan Müslüman Birligi'nin lideri Nevaz Serif'e verdi. Nevaz Serif de 17 Subat tarihinde basbakanlik görevini devraldi. Son askeri darbeye kadar da görevde kaldi.
Dis Problemleri

Pakistan sürekli Hindistan tehdidi altindadir. Hindular baslangiçta Müslümanlarin ayri bir devlet kurmalarina karsi çikiyorlardi. Bu yüzden Pakistan'in kurulmasindan memnun kalmadilar. Günümüzde iki ülke arasindaki meselenin mihverini Kesmir sorunu olusturmaktadir. Kesmir'in bir bölümü Pakistan yönetimindedir ve burasi "Azâd Kesmir (Özgür Kesmir)" olarak adlandirilmaktadir. Ancak önemli bir kismi hâlâ Hindistan isgali altindadir. Hindistan isgali altindaki Kesmir'in de nüfusunun % 80'den fazlasi Müslümandir. BM Kesmir halki arasinda Pakistan veya Hindistan'dan hangisini tercih ettikleri konusunda bir referandum yapilmasini kararlastirdigi halde Hindistan bu karari uygulamadi. Hindistan Kesmir'deki Müslümanlari agir bir zulüm ve iskence ile yönetim altinda tutmaktadir.
Hindistan sahip oldugu nükleer silah gücüyle de Pakistan için bir tehdit olusturmaktadir. ABD, Pakistan'i atom bombasi yapma çalismalarindan dolayi sürekli sikistirirken Hindistan'in ayni yöndeki çalismalarini görmezlikten gelmektedir.

Iç Problemleri

Pakistan'in kurulusundan sonra Hindistan'dan göç eden ve kendilerine "muhacir" denen bir grubu yönlendirmek amaciyla ortaya çikan ayrilikçi siyasi hareket ülkede bir iç sorun olusturmaktadir.Radikal islamcıların yükselişi ve aydın kesimle çatışmalarıda iç problem teşkil etmektedir.

Islami Hareket

Pakistan'daki Islâmi cemaatlerin en güçlü olani Cemaati Islâmiyye'dir. Bu cemaatin temelleri daha Pakistan kurulmadan önce, 26 Agustos 1941'de Imam Ebu'l-A'la el-Mevdudi ve 75 arkadasi tarafindan Lahor'da atildi. Cemaat düsünce ve çalisma sistemi yönünden Müslüman Kardesler cemaatine çok yakindir. Ancak bu cemaatin bir kolu degildir. Cemaati Islâmiye'nin Kesmir, Hindistan ve Banglades'te de faaliyetleri vardir. Ilk emiri kurucusu olan Ebu'l-A'la el-Mevdudi'ydi. Onun 1972'de hastaligi dolayisiyla cemaatle ilgilenememesi üzerine emirlige Tufeyl Muhammed seçildi. Onun 1987'de yasliligi ve hastaligi dolayisiyla bu görevi birakmasindan sonra da hâlen bu görevi yürütmekte olan Kadi Hüseyin Ahmed emirlige seçildi. Cemaati Islâmiye'nin amaci Pakistan'a Islâm düzenini hâkim kilmaktir. Egitim faaliyetlerine agirlik vermektedir. 1993 seçimlerinden önce Pakistan Islâmi Cephe Partisi adiyla bir siyasi parti de kurarak seçime katildi. Ancak seçim sonuçlari cemaatin halk tabanina kendini yeterince tanitamamis oldugunu ortaya çikardi. 1997 seçimlerinden elde ettigi sonuç 1993 seçimlerine nispetle daha iyiydi. Üniversite gençligi arasinda ise güçlüdür. Cemaate bagli Pakistan Müslüman Ögrenciler Birligi ülkenin en güçlü ögrenci örgütüdür.
Halk içinde Cemaati Islâmiye'den sonra en genis destege sahip olan Islâmi grup Teblig Cemaati'dir. Bu cemaat üniversite gençligi arasinda etkili olmasa da halk arasinda daha genis bir destege sahiptir. Teblig Cemaati'nin en önemli özelligi sünnete agirlik vermesi ve siyasi faaliyetlerden uzak durmasidir. Pakistan'da oy kullanma oraninin düsük olmasinda bu cemaatin etkisi büyüktür. Teblig cemaatinin taraftarlarini siyasetten uzak durmaya ve oy vermemeye yöneltmesi 1993 seçimlerinde Binazir Butto'nun çok isine yaramistir.

Ekonomi

Ingilizler isgal dönemlerinde Müslümanlarin yogun olarak yasadigi bugünkü Pakistan topraklarini ihmal ettiklerinden Pakistan kurulusundan sonra ekonomik gelismesini bir bakima sifirdan baslatti. Bugünkü Pakistan'in ekonomisi büyük ölçüde tarim ve hayvanciliga dayanir. Bu sektörlerden elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 23'tür ve çalisan nüfusun % 44.5'i bu alanlarda is görmektedir. Basta gelen tarim ürünleri pirinç, tahil, jüt, çay, kauçuk ve çesitli meyve ve sebzelerdir. Tarim alanlari genellikle akarsu yataklarinda oldugundan sulu tarim yaygindir. Devlet de sulama teknolojisine agirlik vermektedir. Balikçilik da yaygindir. Pakistan'da az miktarda petrol ve önemli miktarda dogal gaz çikarilmaktadir. Yerel kaynaklardan elde edilen gelirlerin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 1'dir.


Kaynak:www.enfal.de

6 Ocak 2008 Pazar

Şirinler Komunist mi, Mason mu ?

Yıllardır bu konu özellikle üzerinde çeşitli platformlarda tartışmalar yapılmaktadır..Ayrıca bu konu pek çok İletişim Fakültesinde “medya ve kültür” “kültürel emperyalizm” gibi derslerde ders konusu olarak işlenmektedir pek çok çizgi film, dizi, reklam ve sinema filmleri ile birlikte..Peki gerçekten şirinler komünist midir yoksa son yılarda İtalyan araştırmacı Antonio Soro nın belirttiği gibi mason mu?Durun durun birden kafanız karışmasın!“Nasıl yani yıllarca tek kanalda izlediğimiz ve hala bu gün izlemekte olduğumuz masum şeyler yani şirinler azılı birer komünist mi?(bu soru komünizm fobisi olanların beyninde yankılanmaya başladı bile bence)


Öncelikle Şirinleri çözümlerken hangi yöntem üzerinden gideceğimiz belirlemeliyiz..Çözümlemede kullanacağımız yöntem metin okuma olacak. Zannedilenin aksine alt metin okuma yapacağız.. Yani şirinlerin yaşayışı, davranışı, kişilikler, aslında neleri temsil ediyor buna bakacağız..Bu konuda bir örnekle başlayalım konunun anlaşılabilirliğini arttırmak açısından ikinci dünya savaşında Hitler hem radyoyu hem de sinemayı kendi istediği mesajlarla süsleyerek Alman haklını uyuşturmuştur. 2.Dünya Savaşı dönemin (Hitler dönemi) Almanyasının sinemasına bakıldığında o dönem çekilen tüm filmlerde aktör ve aktristler sarışın ve mavi gözlüdür.. Burda amaç saf Alman ırkını temsil etmek izleyicinin kafasında alman imajını oluşturarak beyin yıkamaktır ( burada özet olarak bir örnek vermek istedim aslında yazılacak çok şey var ama bu gün şirinleri işleyeceğiz- TV, de ve sinemadaki tüm filmlerde ve dizilerde kodlanmış alt metinler vardır. Ve izleyici istem dışı olarak bunlara maruz kalır- )


Öncelikle çizgi dizimizin künyesine ve yaratıcısına bir bakalım genel olarak...Şirinler, Belçikalı çizer Peyo'nun ünlü eseri. 1958'de Peyo Cullifors tarafından çizgi roman olarak ortaya çıktı. 1981'de televizyonda gösterilen şirinler büyük ilgi gördü. Orjinal ismi "Schtrumpf" (İngilizce'de "Smurf") olan şirinler 256 bölümden oluşuyor. şirinler çizgi filminin yaratıcısı peyo, sosyalisttir.. şirinleri ortaya çıkardığı zaman iki kutuplu bir dünya vardı.. bir tarafta ABD diğer tarafta SSCB.. sosyalist olan peyo, yaptığı çizgi filmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika’ya karsı bu yolla propaganda yapmak istemiştir..Şirinler yıllardır Komünizm propagandası yapmakla suçlanmış ABD'de bir dönem gösterimi yasaklanmıştır.Şimdi gelelim şirinler çizgi filmini alt kodlamaları ile okumaya...


Şirinlerin temel noktaları para olmadan komünal bir yaşam sürmeleri Şirin babanın Karl Marx'a benzemesi ve kızıl şapka giymesidir. Herkes kendi işini yapıyordur ve mutludur. Herkes aynı şeyi giyiyordur. Çizgi filmdeki Şirinlerin düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder, altın ve para düşkünüdür (kapitalizm)ve onları yeme (misyonerlik) gibi pek çok gizli unsur bulundurduğu iddia edilmiştir.Şirinler ormanda yaşıyor.Hiçbir şekilde mülkiyet hakları yok.Her şeyi paylaşıyorlar, para pul geçmiyor.Köprü yapan şirinle aşçı şirin aynı payı alıyor. Hatta belediye başkanı olan şirin babaya da ayrı pay düşüyor. kendine pay ayırmıyor. aile kavramı yok, herkes kardeş... hiçbir şey nedenselleştirmez...


Başta da belirttiğimiz gibi tamamen kominal bir yaşam savunuyorlar.Bu açıdan bakıldığında anarşizmle karıştırılması muhtemeldir.Ama karakterlerin genel özellikleri gerekli ayrımı yapmamıza yardımcı olabilmektedir.Şirinlerin temsil ettiği çok farklı unsurlar da vardır. Örneğin; Şirine feminizmi, Süslü eşcinselliği, Güçlü şirin maço erkeği temsil eder. Şirin baba Karl Marx tır.Gargamel ise daha öncede belirttiğimiz gibi kapitalizmi temsil eder (dinle birlikte).Para düşkünüdür, bencildir ve karşısındakilere zarar vermek ister. Koşulsuz itaat eden yandaşları da vardır(Azman).Şirinler çizgi dizisinin komünizm ile ilgili çağrışımlar yaptığı aşikar bir gerçektir. Fakat bu durum hiçbir devletin rejim değiştirmesine neden olmayacak kadar zararsızdır. Yani pek çok kişinin korktuğunun aksine bu çizgi film sadece çocuklara paylaşımcılığı ve kardeşliği öğretecektir.Yıkıcı değil yapıcıdır(pokemon gibi örnekleri düşününce).Son olarak yazının akışı içindede bahsettiğimiz şu masonluk iddiasına bir bakalım.


Şirinler, mason locasının ürünü mü?İtalyan araştırmacı Antonio Soro karakterlerin ve hikayenin arkasında bir Mason locası olduğunu söylüyor.Soro, şirinler, gerçek bilgi ve masonluk" adlı kitabında her bir mavi şirinler yaratığının gnostik (tanrının sırrını bilgi temelinde arayan felsefik akım) karakterinde en gizli mason localarından birini sakladığını açıkladı.Şirin baba karakteri de bu mason locasının Büyük Üstadı.


Şirinlerin renklerinin de masonik bir yorumu var: Mavi gnostik ekolde gizemli Tanrı'nın çocuklarını, beyaz saflığa özlemi, Şirin Babanın kırmızı külahı da ruhun ateşini simgeliyor.Erkek şirin sayısının 99 olması masonluğun kademelerini temsil ediyor. Gargamel, loca dışında masonların sırlarını öğrenmeye çalışan, Şirine ise "ilahi uyumu" yıkan dişi öğe.Şimdi bu iki tez üzerinden hangisinin daha gerçekçi olduğunun yorumunu okuyanlara bırakıyorum..Sonuçta şirinler gayet başarılı, paylaşımcı, insani değerleri yüksek bir çizgi dizidir..


Kaynak:sanalforum.com

4 Ocak 2008 Cuma

Tufan ve Nuh'un Gemisi



Ve allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebile yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap... Ve ben, işte ben kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum. TEKVİN 6: 13,17

Kitabı Mukaddes'te dünyanın tümünü boğan büyük Tufan hikâyesi Tekvin kitabının 6-9 bölümlerinde anlatılır. Tanrı, yarattıklarını insanlığın günahları nedeniyle yok etmeye karar verdiğinde namuslu bir insan olduğu için yalnızca Nuh'u kurtarmıştı. Tanrı ona, küçük küçük odaları olan bir eve benzeyen bir gemi yapması için ayrıntılı bir talimat verdi. Yağmurlar başlayınca Nuh ailesini ve yeryüzündeki yaratıkların her birinden birer çifti gemisine aldı.

Yağmurlar toprağın tümü örtülene kadar yağdı ama sonra kesildi ve sel suları çekilmeye başladı. Gemi Ağrı Dağı üzerinde kaldı. Nuh gemiyi terk edip edemeyeceğini anlamak için kuşları salıverdi. Önce bir kuzgun ve sonra da üç kere bir güvercin gönderdi. Sonuncu kuş geri dönmeyince yeryüzünün kurumakta olduğunu ve gemiden inebileceklerini anladı.

Kuru toprağa ayak basınca ilk işi bir kurban adamak oldu. Tanrı bunu kabul etti ve bir daha insanların günahları için dünyayı cezalandırmamaya karar verdi. Nuh ile bir ahit yaptı ve ona "Semereli olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun" emrini verdi (Tekvin 9:1). Yeryüzündeki bütün hayvanlara insanlar bakacaktı ve bu ahdin işareti olarak Tanrı gökyüzüne gökkuşağını yerleştirdi.

Nuh'un Gemisi'nin Aranması

İnsanlar çok eski çağlardan beri Nuh'un gemisinin oturduğu dağ tepesini aramışlardı. Zamanımızda bile geminin kalıntılarını bulmak için seferler düzenlenmiştir ve Yakındoğu'da seçilecek pek çok dağ vardır. Bunlardan biri Irak'ta (eski Mezopotamya'da) Kerkük yakınlarında eskiden Nısır Dağı olarak anılan Pir Ömer Gudrun'dur.

Burası Zagros Dağları'nda, eski Asur ülkesinin doğusundadır. Yine gözde yerlerden biri Van Gölü doğusundaki yüksek dağlardır. Asur İmparatorluğu zamanında (İÖ yaklaşık 9-7. yüzyıllar) burası Urartu krallığıydı (bu adla Kitabı Mukaddes'teki Ararat adının benzerliğine dikkat ediniz). Bu sıradağların en yüksek tepesi olan Masis Dağı da zaman zaman Nuh'un gemisinin arandığı yerlerden biri olmuştur.

Van Gölü'nün güneydoğusundaki dağlar da aranmış ve kimi zaman iyimserlik dalgalarına neden olmuşsa da gemi asla bulunamamıştır. Tekvin Kitabı'ndaki Nuh hikâyesi, tarihi terimlerle ifade edilmiş olmadığı için bunda şaşılacak bir şey yoktur. Hikâye biçim olarak mitolojiktir. Kendisine tapanlarla doğrudan doğruya konuşan bir Tanrı imajını korumaktadır. Tanrı "tek ve mutlak" olarak tanımlanmıştır ama her nasılsa insan karakterlidir ve o dönemin diğer Yakındoğu halklarının Tanrılarından pek farklı değildir.



























(Solda) Nuh'un Gemisi, Ağrı Dağı üzerinde: Bir güvercin gagasında yapraklı bir dal parçasıyla dönerek suların çekilmekte olduğu haberini getiriyor. (Sağda) Eski Babil'den ünlü Gılgamış Destanı'nın Nuh'un Mezopotamya'daki karşıtı olan Utnapiştim'in tufan hikâyesinin anlatıldığı ikinci tableti (İÖ yaklaşık 2000-1800 yılları).

Tufanın İzlerinin Araştırılması

Büyük bir Tufan ve sonra dünyaya yeni bir hayat getirmek üzere oradan sağ çıkan kahramanın hikâyesi Güney Amerika'dan Avustralasya'ya ve Akdeniz' den Mezopotamya'ya kadar eski mitolojilerin çoğunda görülür. Yunan Tufan kahramanının adı Deucalion'du. Nuh gibi o da karısıyla bir gemi yapmış, içini hayvanlarla doldurmuş ve yok olmaktan kurtulmak için denizlere açılmıştı. Eski Mezopotamya'da Tufan kahramanı çeşitli dönemlerde Ziusudra, Atrahasis ve Utnapiştim adlarını almıştır.

Tevrat'taki Nuh hikâyesine en çok benzeyen bu Mezopotamya efsanesidir. Brİtish Museum'dan George Smith 1873'te Gılgamış Destanı'nı yayınlamıştır. Uruklar'ın bu efsane kralı yakın dostu Enkidu'yla bir çok serüven yaşar. Enkidu ölünce çok üzülen Gılgamış, karısıyla beraber Tufan'dan sağ çıkan ve Tanrılar'ın ölümsüzlük bağışladığı atası Utnapiştim'den ebedi hayatın sırrını öğrenmek üzere yola çıkar. Utnapiştim'in hikâyesi ayrıntılı olarak anlatılır ve Tanrılar'ının çokluğu dışında Tevrat'ın Nuh ve Gemisi hikâyesinin benzeridir.

1920'li yıllarda İngiliz arkeolog Leonard Woolley, Tevrat'ın patriyarkı İbrahim'in doğum yeri olan güney Mezopotamya'daki Ur kentinde kazı yapmıştır. Woolley, Ur'da Tufan'ın kanıtlarını bulduğu telgrafıyla Londra'da büyük bir heyecana neden olmuştu. Ama yazık ki, aradığını bulamamıştı ve Güney Mezopotamya ovasındaki diğer yerlerde kazılar yapan sonraki arkeologlar da herhangi bir şey bulamadılar.

Arkeologlar buralarda çanak çömlek, mezarlar ve binalarla yerleşim izlerinin altında ve üstünde, suyla getirilmiş kalın alüvyon katmanları bulmuşlardı. Ancak bu alüvyon katmanları yerleşim bölgelerinin belirli alanlarındaydı ve hiçbir zaman tümünü örtmemişti. Bunlar, Tufan'ın olmasa da, Sümer ve Akad ülkesinin büyük nehirleri olan Fırat ile Dicle'nin yerel taşmalarının kesin kanıtlarıdır.

Mezopotamya'nın bütün kentleri zorunlu olarak bu nehirlerin ya da onların kollarının birinin boyunca kurulmuşlar ve nehirler yerleşim birimlerine hayat verirken taşkın tehlikesi de getirmişlerdi. Eğer nehrin yukarısında, Suriye ya da Türkiye'de aşırı yağışlar olmuşsa ya da karlar dağlarda çok çabuk erimişse, o zaman bu büyük nehirler taşar ve çevrelerindeki küçük yerlere büyük zararlar verirdi. Bu gibi durumlarda bir taşma izi, beklenen bir şeydir. Günümüzde güneyde pek çok eski yerleşim birimi artık çöllerde kalmıştır. Bunun nedeni zamanla nehirlerin yataklarını değiştirmiş olmasıdır.

Arkeologlar ve tarihçiler uzun yıllar boyunca Tufan'ın, özellikle de çok şiddetli olan böyle bir taşkının halkın belleğinde kalmış anısı olduğunu kabul etmişlerdi. Bu anı Hz. İbrahim klanıyla Ur'dan Kenan İli'ne taşınmış ve yeni anayurtlarında taze ve tektanrılı bir biçim verilmiş olabilir. Tekvin'deki yazılı hikâyenin sözlü geleneği, yüzyıllar boyunca usta hikayecilerin dillerinde dolaşmış olabilir. Tevrat metnindeki tutarsızlıklar da bu kaynakların her ayrıntıda fikirbirliği içinde olmadıklarını göstermektedir.



Venedik'te San Marco kilisesinin mozaikleri: Nuh ile ailesi gemide. Nuh hayvanları çifter çifter gemiden indiriyor.

Karadeniz mi Taştı?

William Ryan ve Walter Pitman adlı iki Amerikalı bilimadamı yeni ve gayet ilginç bir kuram ortaya atmışlardır. Bunların ikisi de özellikle Karadeniz'le ilgilenen jeofizikçilerdir. Onlara göre Büyük Tufan, Karadeniz'de İÖ 6. binyılda gerçekten olmuş çok büyük bir âfettir. Karadeniz o zamanlar şimdi jeologların Yeni Euxine Gölü adını verdikleri bir tatlı su gölüydü.

O sıralarda yüzeyi deniz düzeyinin 150 metre altındaydı. Buzul çağı sonunda buzdağlarının erimesi dünyanın tümünde denizlerin yükselmesine neden oldu. Akdeniz (ki, o da Cebelitarık Boğazı yoluyla Atlas Okyanusu'ndan beslenmekteydi) tuzlu suyunu Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne boşalttı. Denizin doğusunda bir kara parçası Marmara'nın Yeni Euxine'yle birleşmesini önlüyordu. Ancak deniz yükseldikçe su bu bölgeyi ilk başlarda yavaş ve sonra belki daha büyük bir hızla aşmaya başladı.

Sonra herhalde Türkiye'de çok olan depremlerden biri sırasında toprak ayrıldı ve milyonlarca ton tuzlu su günümüz Boğaziçi'ne dolup oradan da çok aşağılardaki göle dolmaya başladı. Ryan ve Pitman iki yıl boyunca bu dar kanaldan günde 10 mil küp suyun batıdan doğuya boşaldığını ve böylece kendisine bir yatak kazarak önündeki her şeyi silip süpürdüğünü tahmin etmektedirler. Bu durumda bile Karadeniz'in tümü günde 15 santim yükselecek, gölün kıyısındaki düz arazi günde 1,5 km kadar toprak altında kalacaktır.

Gölün çevresinde tıpkı Yakındoğu'nun diğer yerlerinde olduğu gibi çiftçilikle geçinen insanlar yaşamaktaydı. Bunların çoğu yükselen sulardan hayvanlarını alıp kayıklarla, eşeklerle hatta gerekirse yaya olarak kaçmış olacaklardır. Dört bir yana kaçan bu gruplar Tufan'ın korkunç anılarını da taşıyacaklardı. Bu anılar zamanla kuşaklar boyu saz şairleri ve sıradan insanlar tarafından şarkılar ve hikâyeler olarak anlatıldıkça folklora ve efsanelere dönüşeceklerdi.

Kuram buydu ve bu kuram da şimdi Karadeniz'in tabanı uzaktan kumandalı kameralı denizaltı araçlarıyla araştırılarak sınanmaktadır. Kameraların gönderdiği görüntüler grubun gemisinde izlenmektedir. ilk bulgular heyecan vericidir: 91 metre derinlikte binaya benzer kalıntılara rastlanılmıştır ve bu araştırmalar sıklaştırılacaktır.

İki Amerikalı bilimadamına göre Tufan efsanesinin kökeni budur. Nuh'un hikâyesi bunun bir anısı, Mezopotamya destanları ikinci ve hatta Yunanistan'daki Deucalion efsanesi bir üçüncüsü olabilir. Bu fikrin kanıtlanması güçse de, kolaylıkla gözardı edilemeyeceği de kesindir.














(Solda) Sir Leonard Woolley'nin 1920'lerde güney Mezopotamya'da Ur'da kazdırdığı Büyük Tufan Çukuru. Woolley, Tufan'ın kanıtlarını bulduğunu sanmışsa da, iki iskân katmanının arasındaki alüvyon katmanı, Ur kentinin bile tümünü etkilemeyen bir taşkına işaret etmekteydi. (Sağda) Karadeniz'in şimdi batmış olan eski kıyı çizgisini araştıran bir gemide, Robert Ballard başkanlığındaki ekip uzaktan kumandalı kameralarla deniz dibini tarıyor.

Tekvin'den Tufan Seçmeleri

"Ve onu şöyle yapacaksın: Geminin uzunluğu üç yüz arşın, genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarı doğru bir arşına tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın. (...)

Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin, erkek ve dişi olacaklar.

Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak, sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine al ve yanını topla ve sana ve onlara da yiyecek olacaktır. Ve Nuh, Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı."
Tekvin, 6: 15-22.



İÖ 6. binyılda Karadeniz taşkını. Deniz yüzeyi 150 metre yükselmiş ve tatlı sudan tuzlu suya bir geçiş olmuştur..
20. Yüzyıl Tarihi Atatürk'ün Gizemi Dinler Tarihi Efes (Ephesos) Frigya Uygarlığı Genel İlginç olaylar İlginç Yaşam Öyküleri Medeniyetler Tarihi Osmanlı Tarihi Suikastler Tarihi Tarihe Geçen Kadınlar Tarihi Eserler Tarihi Gizemler Tarihteki İlginç Olaylar Türkiye Tarihi Ülkeler Tarihi İletişim Anasayfa
Kaynak:www.tarihsayfam.com