29 Eylül 2007 Cumartesi
En meşhur 10 yaratılış miti
Nors mitolojisinden eski Mısır ruhlarına, Asteklerden Hint Kozmolojisine, Titanlardan adem’le Havva’ya kadar...
10) Nors Mitolojisi
Geniş omuzlu, adeleli tanrıları ve balık etli tanrıçalarıyla İskandinav ve Germen kavimlerinin eski Nors dini, kesinlikle çok ilginç bir yaratılış miti. Norse bilimine göre Dünya (Midgard) var olmadan önce, ateş kılıcını kullanan Surt tarafından korunan korla kaplı Muspell; büyük bir boşluk olan Ginnunagagap ve buzlarla kaplı Niflheim vardı. Niflheim’ın soğuğu Muspell’in alevlerine dokunduğunda buzların çözülmesiyle dev Ymir ve büyük inek Audhumla ortaya çıktı. Sonra, inek, tanrı Bor ve karısını yalayarak hayata döndürdü. Çift’in Buri adlı bir çocuğu oldu. Buri’nin ise üç oğlu oldu: Odin, Vili ve Ve. Oğullar kalkıp Ymir’i öldürdü. Ymir’in etinden Dünya; kemiklerinden dağlar; saçından ağaçlar; kanından ise nehir ve denizler yaratıldı. Ymir’in içi oyulmuş kafatasından tanrılar yıldızlı cenneti yarattı.
9) Perslerin dini, Zoroastrianizm
Pers bölgesinin Bundahişn’i, tanrı Ahura Mazda tarafından yaratılan dünyayı anlatıyor. Dağ Alburz, gökyüzüne değene kadar 800 yıl büyüdü. Göğe dokunduğu noktadan yağmur yağmaya başlayınca Vourukaşa denizi ve iyi büyük nehir meydana geldi. İlk hayvan olan beyaz bir boğa Veh Rod nehrinin kenarında yaşıyordu fakat kötü ruh Angra Mainyu onu öldürdü. Boğanın spermleri aya taşındı ve birçok hayvan ve bitki yaratıldı. Nehrin diğer kıyısında güneş gibi parlayan ilk adam Gayomard yaşıyordu. Angra Mainyu onu da öldürdü. Güneş, spermlerini 40 yıl arıttı ve onlardan revent bitkisi filizlendi. Bu bitki ilk ölümlüler Maşya ve Maşyanag’a dönüştü. Angra Mainyu, onları öldürmek yerine kendine tapmaları için kandırdı. 50 yıl sonra ikiz çocuk dünyaya getirdiler ama günahlarının borcu olarak çocukları yediler. Uzun bir zaman sonra yine ikiz çocukları dünyaya geldi; onlardan da bütün insanlar (özellikle de Persler) meydana geldi.
8) Babil’in nehirlerinin kıyısında
Babil yaratılış miti Enuma Elish, su tanrıları Apsu ve Tiamat ile başlar ve daha genç Ea ve erkek kardeşleri gibi birçok tanrının yaratılışını anlatır. Fakat bu genç tanrılar o kadar çok gürültü yapar ki Apsu ve Tiamat uyuyamazlar. Apsu onları öldürme planları yapar ama Ea hızlı davranıp Apsu’yu öldürür. Tiamat öç almak için aralarında çılgın köpek ve akrep adamın da bulunduğu birçok canavar yaratır. Ea ve tanrıça Damkina kendilerini koruması için , dört gözü, dört kulağı olan dev tanrı Marduk’u yaratır. Marduk, Tiamat ile dövüşürken rüzgarları silah olarak kullanır ve Tiamat’ın boğazına kötü bir rüzgar fırlatır; sonra da kalbine ok saplayarak öldürür. Marduk, Tiamati’nin vücudunu ortadan ikiye böler ve yeri ve gökleri yaratmak için kullanır. Daha sonra tarım gibi tanrıların yapmak istemediği işleri yapmaları için insanı yaratır.
7) Eski Mısır ruhları
Eski Mısırlıların birçok yaratılış miti vardı. Herşey Nu’nun kıvrılarak dönen çılgın suyuyla başlar. Atum önce kendini yaratır sonra da bir dağı. Yoksa duracağı bir yer olmazdı. Atum’un cinsiyeti yoktur ve herşeyi gören bir göze sahiptir. Atum, bir oğul sıçratır. Bu hava tanrısı Shu’dur. Atum sonra bir kız kusar. Bu da nem ve bulutların tanrıçası Tefnut’tur. İkisinin görevi kargaşadan düzen yaratmaktır. Shu ve Tefnut, dünya Geb ve gök Nut’a can verir. Başlangıçta ikisi de birbinine sarmalanmış olsa da Geb Nut’u yukarıya kaldırır. Yavaş yavaş dünyada düzen hüküm sürmeye başlar ama Shu ve Tefnut geri kalan karanlıkta kaybolur. Atum herşeyi gören gözünü çıkarır ve onları aramaya yollar. Shu ve Tefnut gözün sayesinde geri döndüğünde Atum sevinçten ağlar. Gözyaşlarının dünyaya değdiği yerde insan meydana gelir.
6) Aztekler
Azteklerin anası Coatlicue, insan kalp ve ellerinden kolyesi ve yılanlarda eteğiyle çok ürkütücü. Hikayeye göre, Coatlicue obsidiyen bir bıçak tarafından hamile bırakılıyor ve ay tanrıçası olan Coyolxauhqui’yi ve güney semalarında yıldız olacak 400 erkek çocuğu dünyaya getiriyor. Daha sonra, gökten türlerden yapılmış bir top düşüyor. Bunu bulup kemerine bağlayan Coatlicue yine hamile kalıyor. Coyolxauhqui ve kardeşleri, çocuğun kimden olduğunu bilmedikleri için çok şaşırıp kızıyor. Fakat Coatlique’nin karnındaki savaş ve güneş tanrısı Huitzilopochtli annesinin rahminden tamamen büyümüş ve silahlı bir halde çıkıyor. Huitzilopochtli Coyolxauhqui’yi ateşten bir yılan yardımıyla öldürüp kafasını gökyüzüne fırlatıyor. Coyolxauhqui orada aya dönüşüyor.
5) Orta Krallık Çin
Karşıt güçler yin ve yang’ı içeren bir kozmik yumurta zamansız boşlukta yüzer. Bir kuluçka süresinden sonra ilk varlık olan Pan-gu ortaya çıkar. Yumurtanın ağır kısım yin aşağıya çökerek toprağı oluştururken hafif kısım yang ise yukarı çıkıp havayı meydana getirir. Kısımların yeniden oluşmasından korkan Pan-gu dünyanın üzerinde durup göğü havaya kaldırır. 18 bin yıl boyunca her gün 300cm büyüyerek gökyüzünü de genişletir. Görevi sona erince de ölür. Vücudunun parçaları evrendeki cisimlere dönüşür. Bazıları üzerindeki bitlerin insana dönüştüğünü söyler. Fakat bir başka açıklama da mevcut. Tanrıça Nuwa yalnızdır ve Sarı Nehir’deki çamurdan erkeği yaratır. İlk insanlar onu çok neşelendirir fakat insan yapmak uzun sürer. Bu yüzden dünyaya toprak zerreleri atar ve bu zerreler insan olur. Bu acelece yapılan insanlar halkı oluştururken ilk yaptıkları asilleri oluşturur.
4) Ada ülkesi Japonya
Tanrılar iki ilahi kardeş yarattılar: eski bir okyanusun üzerinde yüzen bir köprüde duran erkek kardeş İzanagi ve kız kardeş İzanami. İzinagi ve İzinami ilk adaya çıktılar ve orada evlendiler. Çiftin dört sakat çocuğu oldu. Tanrılar bunu protokolün ihlal edilmesine yordular. Evlilik ritüelinde ilk İzanami konuştu. Evlilik törenin doğru bir şekilde tekrarlayan çift ilişkiye girdi ve Japonya adası ile diğer tanrı ve tanrıçaları yarattılar. Fakat İzanami, ateş tanrısı Kagutsuchi-no-Kami’nin doğumunda öldü. Çok üzülen İzanagi onu ölülerin bölgesi Yomi’ye kadar takip etti. İzanagi İzanami’nin çürüyen bedenini gördüğünde çok korktu ve kaçtı. Öfkelenen İzanami diğer korkunç kadınlarla birlikte onun peşine düştü. Yomi’nin girişinden kaçan İzanagi girişi kayayla kapattı. Böylece ölümü yaşamdan sonsuza kadar ayırmış oldu.
3) Hint Kozmolojisinin Brahma’yla randevusu
Hint kozmolojisi birçok yaratılış miti içeriyor ve yüzyıllar boyunca asıl oyuncular sürekli değişiyor. En eski Vedik metninde Rig Veda, Puruşa adında bin kafalı, gözlü ve ayaklı bir devi anlatıyor. Pruşa parmaklarıyla dünyayı sarıyor. Tanrılar Pruşa’yı kurban edince vücudu yağ üretiyor. Bu yağdan hayvanlar doğuyor. Vücudunun parçaları dünyanın elementlerine ve Agni, Vayu ve İndra tanrıçarına dönüşüyor. Aynı zamanda Hindu toplumunun dört kastı Pruşa’nın bedeninden var oluyor: rahipler, savaşçılar, halk ve hizmetkarlar. Tarihsel olarak Brahma (yaratan), Vişnu (koruyan) ve Şiva (mahveden) önem kazandı. Brahm, uyuyan Vişnu’nun karnından çıkan nilüferde ortaya çıkıyor. Brahma daha sonra 4.32 milyar yılda evreni yaratıyor. Şiva evreni yok ediyor ve döngü böyle devam ediyor.
2) Titanlar
Eski yunan şairleri çeşitli kozmogoniler öne sürdü. Bunlardan en iyi korunmuş olanı Hesiod’un Teogoni’si. Teogoniye göre ilksel kaostan Gaia (toprak ana)’nın da içinde bulunduğu en eski ilahi güçler çıktı. Gaia gökyüzü Uranüs’ü kendini sarması için yarattı. Hekatonşir (50 kafalı, 100 elli canavar), Cyclopes gibi bir çok yaratıktan oluşan bir ekip kurdular. Sonrada Titanlar meydana geldi. Uranüs kendi çocuklarından nefret ederek onları Tartarus’a hapsetti. Öfkelenen Gaia devasa bir orak yapıp en küçük oğlu Kronus’a verdi. Uranüs Gaia ile ilişkiye girmek için geldiğinde Kronus belirdi ve babasının cinsel organlarını kesti. Uranüs’ün cinsel organlarının yayıldığı yerlerden canavarlar ve devler çıktı. Testislerinin yayılmasıyla meydana gelen deniz köpüğünden tanrıça Afrodit doğdu. Daha sonra, Kronus, Zeus ve Olimpiyanlar’dan oluşan ikinci nesil tanrılara babalık etti.
1) Musevi-Hıristiyan ve İslam İnançlarının doğuşu
Yahudi Torah ve Hıristiyan İncil’in ilk kitabı olan Cenesis/Genesis iki yaratılış hikayesi barındırır. Bunların ikisi de Musevi, Hıristiyan ve İslami inançlarda dünyanın yaratılışı olarak kabul edilir. İlkinde Tanrı “Işık olsun,” der, ışık meydana gelir. Altıncı günde Tanrı gökyüzünü, toprağı, bitkileri, ayı, güneşi, hayvanları ve insanları yaratır. Yedinci günde Tanrı dinlenir ve yarattıklarını düşünür. İkinci hikayede Tanrı ilk insan Adem’i topraktan yaratır, cennete/bahçeye koyar ve yasak ağaçtan elma yememesini öğütler. Adem yalnızdır. Tanrı Adem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. Konuşan bir yılan Havva’yı elmayı yemesi için ikna eder, Havva da Adem’i. Tanrı öğrendiğinde onları cennetten kovar ve ölümlü yapar.
KAYNAK:Genç Gelişim
Aborjinler
Aborjin Avustralya kıtası yerlilerine verilen addır. Avustralya Yerlileri ifadesi de kullanılabilmektedir. Kelime Latince, kökenden, başlangıçtan gelen anlamında ab origine ifadesinden tüm yerli topluluklara izafe etmek için türetilmiş olmasına karşın 17.yüzyıldan itibaren özelde Avustralya yerlilerini genelde de yerli hakları tanımlamakta kullanılmıştır.
Tanım
Aborjinler ifadesi genel olarak tüm bir Avustralya, Tazmanya ve çevre adalarda yaşayan yerlileri tanımlamakta kullanılmakla birlikte bu isimlendirmenin dil ve yaşayış biçimi olarak ortak noktalarıyla birlikte farklılıklar da taşıyan geleneksel toplulukları işaret ettiği de unutulmamalıdır.
Yerli kabilelerden bazıları; New South Wales ve Viktorya'da Koori, Queensland'da Murri, Güney Avustralya'da Noongar, Merkezi Batı Avustralya'da Yamatji; Güneybatı Avustralya'da Nunga, Kuzey Avusturya'da ve Kuzey bölgelerine komşu bölgelerde Anangu; orta Kuzey bölgede Yapa, Doğu Arnhem topraklarında Yolngu ve Tazmanya'da Palawah kabileleri gibi.
En büyük gruplardan Anangu (Çölden gelen kişi anlamına gelmektedir) kabilesinin Yankunytjatjara, Pitjantjatjara, Ngaanyatjara, Luritja ve Antikirinya şeklinde alt toplulukları bulunmaktadır.
Aborjin Nüfus
2001 yılında Avustralya İstatistik Bürosu toplam yerli nüfusunu 458,521 olarak vermiştir (bu rakam Avustralya'nın toplam nüfusunun %2.4'üdür). Bu nüfusun %90'ı Aborjin olarak, %4'ü Torres Strait Islander, geri kalan %4'ü hem Aborjin hem Torres Strait Islander olarak tanımlanmaktadır.
2001 nüfus sayımına göre Aborjin Nüfusu:
Yeni Güney Galler New South Wales - 134,888
Queensland - 125,910
Batı AustralyaWestern Australia - 65,931
Northern Territory - 56,875
Victoria - 27,846
Güney Avustralya South Australia - 25,544
Tazmanya - 17,384
ACT - 3,909
Diğer bölgeler - 233
Kültür ve Din
Avustralya kıtasında Avrupalılar gelmeden önce farklı dillere sahip pek çok kabile barındığı için tek bir kültürden ziyade birbirleriyle benzerlikleri de olan farklı kültürlerden bahsedilebilir. Pek çok büyük ve birbirlerinden farklı grupların kendi kültürleri, inanç yapıları ve dilleri bulunmaktadır. Bu kültürler zaman içinde birbirleriyle az veya çok çakışmışlardır.
Aborjin Sanatı
Aborjinler suyla çeşitli kaya pigmentlerini karıştırarak elde ettikleri boyalarla kayalıklara veya ağaç kabuklarına ilkel fırçalar, çubuklar ve parmaklarını kullanarak veya ağızlarına aldıkları boyayı püskürterek boyama yapmışlardır.
Aborjin sanatında temalar Aborjinlerin mitolojik Düşzamanı ile ilişkilidir, öyleki günümüzde temasını amorjin maneviyatından almayan sanatların hakiki aborjin sanatı olmadığını söyleyenler bulunmaktadır. Aborjinlerin önde gelen sanatçılarından Wenten Rubuntja manevi anlamdan yoksun herhangi bir aborjin sanatı ile karşılaşmanın zor olduğunu söylemektedir.
Müzik ve dansın da Aborjin kültüründe önemli bir yeri vardır. Aborjinlerin hemen her durum için yazdıkları şarkıları bulunmaktadır; av şarkıları, cenaze şarkıları, atalarla ilgili şarkılar, mevsim şarkıları, hayvan ve arazi ile ilgili şarkılar ve Rüyazamanı efsaneleriyle ilgili şarkılar. Aborjin müzikleri de kıtaya özgü enstrümanlarla (örneğin didgeridoo) icra edilirler.
Din
Avustralya yerlilerinin toprağa saygı ve Düşzamanı inancı üzerine kurulu şifahi gelenekleri ve manevi erdemleri bulunmaktaydı. Rüyalar, düşler hem yaradılışın antik zamanı hem de günümüz gerçeğini ifade etmektedir.
Düş zamanı hikayelerinden bir versiyon:
Tüm dünya uykudaydı. Her şey sessiz, hareketsizdi ve hiçbir şey büyümüyordu. Hayvanlar yeraltında uyumaktaydı. Bir gün gökkuşağı yılanı uyandı ve dünyanın yüzeyinde süründü. Her şeyi bir kenara itti ve bu onun tarzıydı. Tüm bir diyarı gezdi ve yorulduğunda kıvrılıp uyumaya başladı. Böylece heryere izini bıraktı. Sonra geri döndü ve kurbağalara seslendi. Onlar da su dolu kocaman mideleriyle ortaya çıktılar. Gökkuşağı yılanı onları gıdıklayıp güldürdü. Sular ağızlarından çıktı ve gökkuşağı yılanının izlerini doldurdu. Göl ve nehirler böyle yaratıldı. Daha sonra çimenler ve ağaçlar büyümeye ve yeryüzünü yaşam doldurmaya başladı.
1996 nüfus sayımında Aborjinlerinin %72 oranında Hristiyanlığın çeşitli formlarını uyguladıkları %16'sının ise herhangi bir dini işaretlemediği bildirilmiştir. 2001 yılı nüfus sayımında Aborjin nüfusunun yüzde 0.03 kadarının Aborjin dini pratiklerini uyguladıkları tespit edilmiştir.
ABORJİN DUASI her şey yeterli olsun! seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum. aydınlık bir bakıs açısına sahip olmana yetecek kadar günes diliyorum. güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. isteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. son "elveda"yi atlatmana yetecek kadar "merhaba" diliyorum
Tarih
Avustralya yerlileri kendilerinin hep Avustralya kıtasında bulunduklarına inanırlar. Yerlilerin kökeni ile ilgili elde
hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Güneybatı Asya'dan bu kıtaya gelmiş olmalarına rağmen hiçbir Asya halkıyla herhangi bir bağlantıları olduğuna dair kanıt bulunmamaktadır.
Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Gelişi
İlk Avrupalı yerleşimcilerin kıtaya gelişinden önce Avustralya'da 250 bin ve 1 milyon arası bir nüfusun olduğu tahmin edilmektedir. Nüfus düzeyi muhtemelen binlerce yıldır aynı kalmaya devam etmiştir. Avustralya yerlilerinin çoğunlukla çöl sakinleri olduğu şeklindeki genel kanı aslında yanlıştır çünkü en yoğun yerli popülasyonunun olduğu bölgeler sahil bölgeleridir. En büyük nüfus yoğunluğu kıtanın güney ve doğu bölgelerinde özellikle de Murray Gölü vadisinde yer almaktadır. Bununla birlikte Avustralya yerlileri, Tazmanya'nın soğuk ve nemli platolarından kıtanın kurak iç bölgelerine kadar tüm Avustralya'da doğa ile başarılı bir uyum sağlamışlardır. Yerlilerin kullandıkları teknikler, yiyecek türleri ve avlanma biçimleri yerel koşullara uyum sağlamıştır.
Kıtanın Avrupalı yerleşimciler tarafından sömürgeleştirilmesi sonrasında sahil bölgelerindeki yerli nüfus hızla topraklarından edildiler ve geleneksel Aborijin yaşam biçimini terketmeye zorlandılar. Avrupalıların yerleşmekten kaçındıkları kurak bölgelerdeki yerli topluluklar ise yaşam biçimlerini daha fazla korudular.Fakat Avrupalı istilacılardan kaçarak iç bölgelere sığınan Aborjinler daha fazladır.çünkü yeni gelenler onları çöle sürdüler. Oysa yeni gelen Avrupalılar tanrılarının geri döndüğüne inanan Aborjinler için bir soykırım diyebileceğimiz bazı durumlara maruz kaldılar. Kıyı şeridini terk edip çöle gitmek zorunda kaldılar. Sonun başlangıcı başlamıştı artık!
Avrupalı Yerleşimcilerin Kıtaya Etkisi
1770 yılında Kaptan James Cook, Avustralya'nın doğu sahillerini Büyük Britanya adına ele geçirdi ve burayı Yeni Güney Galler (New South Wales) olarak isimlendirdi. Avustralya'daki İngiliz sömürgeciliği 1788'de Sydney'de başladı ve kıtaya ilk gelen Batılı yerleşimciler çiçek, suçiçeği, grip, kızamık gibi rahatsızlıkları da beraberlerinde getirdiler. Bünyeleri bu hastalıkları hiç tanımayan Avustralya yerlileri bu hastalıklara yakalanarak büyük ölçüde kayıplar verdiler ve nüfusları önemli ölçüde düşüş gösterdi.
İngiliz yerleşimcilerin ikinci etkisi arazi ve su kaynaklarını kendilerine ayırmaları olmuştur. Beyaz yerleşimciler avcı-toplayıcı olan yerli halkın kendi topraklarına sahip olma gibi bir kavrama sahip olmayan ve sürülecekleri herhangi bir yerde de mutlu yaşayabilecek göçmenler olarak görmüşlerdi. Oysa geleneksel arazilerini, yiyecek ve su kaynaklarının kaybı yerliler üzerinde ölümcül etki yapmış ve hastalıklarla güçsüz düşmüşlerdi. Aynı zamanda beyaz adamlar Avustralya yerlilerinin arazileriyle derin ruhsal ve kültürel bağlara sahip oldukları gerçeğini görmemiş veya görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdi. Geleneksel dini pratiklerinden uzaklaştırılan bu halklarda doğum oranları hızla düşmüş alkol gibi yerlilere yabancı içkilerin kullanımı artmıştı. 1788 yılı ile 1900 yılları arasında yerliler, maruz kaldıkları hastalıklar, topraklarının kaybı ve kendisini kıtanın efendisi ilan eden beyaz adamdan gördükleri şiddet sonucu nüfuslarının yaklaşık %90'ını kaybettiler.
Avrupalı Sömürgecilerin Yerlilerle İlgili Görüşleri
Avrupalı beyaz adam, kıtanın yerlileri üzerine uyguladığı soykırımı haklı çıkarmak, ırki üstünlüğünü ve dolayısıyla kıta üzerindeki hakimiyetini gerekçelendirmek adına kimi zaman dönemin bilimini dahi kullanmış, yerlilerin ne herhangi bir dine, kültüre sahip ne de vatan bilinci gelişmiş insanlarlar olmadığına hükmetmişlerdir. Dönemin sömürgecilerin bazı ifadeleri de bunu açıkça göstermektedir. Örneğin 19. yüzyıldan bir yazar Avustralya yerlileri hakkında şunları söylemekteydi:
"Gelişme aşamalarının birbirlerinden büyük ölçüde farklı olduğu iki ırkın birbirleriyle teması sonucunda aşağı ırkın yok olması doğa kanunu gibi görünmektedir...Süreç, doğa kanunuyla uyumlu görünüyor. Bu doğa kanununun daha uygun olanın hayatta kalmasını sağlayarak daha büyük insanlık ailesine hizmet ettiği açıktır. İnsani gelişme tamamen ilerici ırkın (progressive race) yayılması ve aşağı (inferior) olanlarının da yok olmasıyla kazanılmıştır...Avustralya aborjinlerinin neolitik ırklar aşamasının ötesine çok fazla geçmiş olabileceklerinden şüphe edilebilir...Bu sebeple onların yok oluşuna yas tutmamıza gerek yok.
Bir diğer sömürgeci ise Aborjinlerin dinleri hakkında şunları ifade etmektedir:
"Önde gelen bir rahip tarafından dinin bazı izlerinin keşfedilmediği hiçbir ülke bulunmadığını iddia edilmişti. Bu insanlarla ilk tanışmamdan bugüne yaptığım gözlem ve araştırmalardan şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu insanlar bu görüşün bir istisnasıdır."
Albert F. Calvert, 1894 tarihli "The Aborigines of Western Australia" eserinde Aborjinlerin kötücül karakterleri olan mitolojilerine karşılık lütufkâr ve adil bir Tanrı hakkında herhangi bir bilgilerinin olduğunun şüpheli olduğunu söylemekte ve Hristiyanlığın "yabani" yerlileri medenileştirmeyi ve batı inançlarından kurtaracağını söylemektedir.
Aborjin Soykırımları
Avusturyanın Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlardır. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi çoğunlukla hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilir.
Northern Territory Legislative Assembly'nin üyesi olan John Ah Kit 9 Ekim 2003 tarihli bir tartışmada şunları söylemektedir:
1920'lerin sonlarının büyük bir kuraklık zamanı olduğu ve bu yüzden de bu ortamda Avustralya'da siyah/beyaz ilişkilerinin öncülerinin aralarından pek çok şey geçtiği unutulmamalıdır. Doğal kaynaklar üzerinde yoğun bir mücadele yaşanmaktaydı. Bir arazi ve onun halkı arası arasında; sığırlar ve beraberlerinde silahlar ve hastalıklar getirenler arasındaki bir çatışmaydı bu. Genellikle yanlış anlaşılan şey şu ki Coniston Katliamının tek bir olay değil polis gruplarının ayırım gözetmeden haftalarca öldürdüğü bir seri cezalandırıcı baskınlardan biri olduğudur."
Aşağıda bunlardan birkaçı yer almaktadır:
Fremantle, Batı Avustralya (1830): Batı Avustralya'daki Avustralya yerli halkına yönelik ilk resmi 'cezalandırma baskını' (punishment raid) bu girişim Yüzbaşı Irwin tarafından 1830 Mayısında gerçekleştirilmiştir. Fremantle'ın kuzeyindeki Aborjin kampına Irwin'in yönlendirdiği askerler tarafından pek çok Aborjin öldürülmüş ve yaralanmıştı.
Convincing Ground katliamı (1833-34) : Portland yakınlarındaki Victoria'da Victoria'daki kayıtlı en büyük katliamlardan biri yapılmıştı. Balina avcıları ve yerel Kilcarer Gunditjmara halkı balina teknelerini sahile çekme hakları için mücadele etmekteydiler.
Waterloo Creek katliamı (1838) : Waterloo Creek denilen yerdeki yerli kampına düzenlenen baskında aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 100-300 arasında Avustralya yerlisinin öldürüldüğü iddia edilmektedir.
Coniston katliamı (1928) : Avrupalıların Aborjinlere uyguladığı bilinen son katliamdır. Coniston'da bazı Aborjin aileleri Avrupalılar tarafından vurulmuştur. Katliam dingo avcısı Frederick Brooks'un 1928 Ağustosunda Yukurru denilen yerde bazı Aborjinliler tarafından vurulmasının intikamı adına işlenmiştir. Resmi kayıtlar 32 Aborjinin öldürüldüğünü ifade ederken tarihçiler en az altmış Aborjin erkek, kadın ve çocuğunun katliamda öldürüldüğünü iddia etmektedirler. Brooks'un öldürülmesi üzerine yerel polis memuru William Murray intikam amacıyla birkaç hafta süreyle Aborjin kamplarına baskın düzenlemişti. Soruşturma kurulu Constable Murray'in eylemenin haklı olduğu hükmünü vererek beraat ettirmiştir.
Günümüzde Aborjinler
1999'da Avustralya Anayasasının değiştirilmesi kabul edildi. Bu anayasaının giriş bölümünde Avustralya'da İngiliz Yerleşiminden önce Yerli Avustralyalıların kıtada yaşadığı kabul edilmekteydi.
2004 yılında Avustralya Hükümeti Avustralya'nın en büyük yerli organizasyonu olan ATSIC'i (The Aboriginal and Torres Strait Islander Commission) kamufonlarının ATSIC'in başkanı tarafından kötüye kullanıldığı gerekçesiyle feshetti ve yerlilerle ilgili spesifik programlar başka hükümet departmanlarına aktarıldı ve hükümetle koordineli çalışan "Department of Immigration and Multicultural and Indigenous Affairs" altındaki "The Office of Indigenous Policy Coordination" kuruldu.
Avustralya Aborjin nüfusunun büyük bir kesimi şehirleşmiş ancak küçük bir kesimi eskiden kilise misyonu olan bölgelerdeki iskanlarda yaşamaktadır. Aborjin gençleri genel nüfusa oranla 11 kat daha fazla hapse giriyor ve polis gözetimi altında işlenen intihar oranları oldukça yüksek. İşsizlik, sağlık ve yoksulluk problemleri aynı şekilde genel popülasyona oranla oldukça yüksek, okul bırakma ve üniversiteye giriş oranları ise düşük seyretmektedir.
Eski ve mevcut hükümetler beyazların Aborjin topluluklarına yaptıklarından dolayı kendilerinden özür dilemeyi sürekli reddetmektedirler. Ayrıcak ATSIZ gibi Aborjinlerin en büyük organizasyonlarından birini yolsuzluk gerekçesiyle kapatmışlardır.
Suç Oranı
Avustralya yerlilerinin hapishaneye girme oranı yerli olmayan kesimden 11 kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu durum Avustralya yerlilerinin suça meyilli bir yapısı olduğunu göstermemektedir. Yerlilerin küçük suçlardan dolayı yerli olmayan kesimlerden daha fazla suçlandıkları da iddialar arasındadır. Yerlilerin suça itilme sebepleri arasında şunlar gösterilmektedir:
Yoksulluk
İşsizlik : 2001 nüfus sayımında bir yerlinin (%20) yerli olmayandan (%7.6) 3 kat daha fazla işsiz kalabildiği ortaya çıkmıştır.
Yetersiz eğitim : 2001 nüfus sayımında yerlilerin sadece %39'unun 12 yıllık eğitimi tamamladığı görülmektedir
Adaletsizlik ve ırkçılığa tepki
Kültürel yozlaşma : Kıtanın beyaz yöneticilerinin yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına yaptıkları pek çok uygulama olduğu bilinmektedir. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılması bunlardan sadece biridir.
Avustralya yerlilerinin hapishaneye girme oranı yerli olmayan kesimden 11 kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu durum Avustralya yerlilerinin suça meyilli bir yapısı olduğunu göstermemektedir. Yerlilerin küçük suçlardan dolayı yerli olmayan kesimlerden daha fazla suçlandıkları da iddialar arasındadır. Yerlilerin suça itilme sebepleri arasında şunlar gösterilmektedir:
Yoksulluk
İşsizlik : 2001 nüfus sayımında bir yerlinin (%20) yerli olmayandan (%7.6) 3 kat daha fazla işsiz kalabildiği ortaya çıkmıştır.
Yetersiz eğitim : 2001 nüfus sayımında yerlilerin sadece %39'unun 12 yıllık eğitimi tamamladığı görülmektedir
Adaletsizlik ve ırkçılığa tepki
Kültürel yozlaşma : Kıtanın beyaz yöneticilerinin yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına yaptıkları pek çok uygulama olduğu bilinmektedir. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılması bunlardan sadece biridir. Avustralya yerlilerinin hapishaneye girme oranı yerli olmayan kesimden 11 kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu durum Avustralya yerlilerinin suça meyilli bir yapısı olduğunu göstermemektedir. Yerlilerin küçük suçlardan dolayı yerli olmayan kesimlerden daha fazla suçlandıkları da iddialar arasındadır. Yerlilerin suça itilme sebepleri arasında şunlar gösterilmektedir:
Yoksulluk
İşsizlik : 2001 nüfus sayımında bir yerlinin (%20) yerli olmayandan (%7.6) 3 kat daha fazla işsiz kalabildiği ortaya çıkmıştır.
Yetersiz eğitim : 2001 nüfus sayımında yerlilerin sadece %39'unun 12 yıllık eğitimi tamamladığı görülmektedir
Adaletsizlik ve ırkçılığa tepki
Kültürel yozlaşma : Kıtanın beyaz yöneticilerinin yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına yaptıkları pek çok uygulama olduğu bilinmektedir. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılması bunlardan sadece biridir.
Avustralya yerlilerinin hapishaneye girme oranı yerli olmayan kesimden 11 kat daha fazla olduğu belirtilmektedir. Bu durum Avustralya yerlilerinin suça meyilli bir yapısı olduğunu göstermemektedir. Yerlilerin küçük suçlardan dolayı yerli olmayan kesimlerden daha fazla suçlandıkları da iddialar arasındadır. Yerlilerin suça itilme sebepleri arasında şunlar gösterilmektedir:
Yoksulluk
İşsizlik : 2001 nüfus sayımında bir yerlinin (%20) yerli olmayandan (%7.6) 3 kat daha fazla işsiz kalabildiği ortaya çıkmıştır.
Yetersiz eğitim : 2001 nüfus sayımında yerlilerin sadece %39'unun 12 yıllık eğitimi tamamladığı görülmektedir
Adaletsizlik ve ırkçılığa tepki
Kültürel yozlaşma : Kıtanın beyaz yöneticilerinin yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına yaptıkları pek çok uygulama olduğu bilinmektedir. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılması bunlardan sadece biridir.
26 Eylül 2007 Çarşamba
AV PARTİSİ-BOSNA SOYKIRIMI
21 Eylül 2007 Cuma
Tuz Gölü-BU GİDİŞİN DURDURULMASI İÇİN
Türkiye`nin en önemli tuzcul sulakalanlarından biri olan Tuz Gölü ve barındırdığı yaşam, yok olma tehdidiyle karşı karşıya. Antik çağlardan günümüze sağlık ve ticaret merkezi olarak bilinen, ülke ekonomisine sayısız getiriler sağlayan göl; yanlış sulama yöntemleri, plansız tarımsal üretim ve kontrolsüz atıklar nedeniyle zor durumda. Bu gidişin durdurulması ve çözüm önerileri Geniş Açı`nın ana konusu."
Bir kıyamet kopacak burada. Kıyamet bizler için yeryüzünden yok olduğumuz gün anlamına gelir ya, buradaki bitki ve hayvanlar için de işte böyle bir şey söz konusu. Böyle giderse kısa bir süre sonra Tuz Gölü'yle beraber onlar da yok olacaklar. Hatta bir kısmı yok oldu bile..." Tuz Gölü?nün batı kıyısında yer alan Gölyazı beldesini çevreleyen çorak, çölleşmiş topraklara bakarken, Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken'in söyledikleri geliyor aklıma.
Burada su, toprağı terk etmiş; beraberinde bereketi, yaşamı da alıp gitmiş. Bir zamanlar bölgeyi kaplayan sazlıkların, meraların yerinde kirli beyaz, toz gibi bir toprak kalmış. Gölyazılı Nuriye Pire'ye göre, "Kanser girmiş buraların toprağına; yemiş bitirmiş, geriye bir şey bırakmamış".
Bugün oldukça büyük ve ciddi boyutlarda bir yokoluşun eşiğinde olan Tuz Gölü ve çevresi, bilimsel raporlara göre dünyada var olan çok özel alanlardan biri. Yaklaşık 2 milyon yıl öncesinde oluşmuş jeolojik bir miras aynı zamanda.
Tuz Gölü, "Konya Kapalı Havzası" olarak tanımlanan bölgenin ortasında yer alıyor ve Türkiye'nin en önemli sulakalanlarından biri olarak kabul ediliyor. Göl çevresinde yetişen 20'den fazla yöreye endemik tuzcul bitki ile flamingolar, turnalar ve sakarca kazları gibi kuşlar için en önemli üreme ve konaklama alanlarından biri olması da bölgeyi dünya çapında önemli kılan özelliklerden sadece birkaçı.
Öte yandan doğal tuz kaynağı olduğu için yüzyıllar boyunca kıyısından uygarlık eksik olmamış Tuz Gölü'nün ya da antik çağlardaki adıyla "Tatta"nın. Deve kervanları ile gelen tüccarlar, burada yükledikleri tuz bloklarını doğuya, batıya taşımış; karşılığında baharat, ipek almışlar. Roma dönemine ait yol ve kiliselerin kalıntıları bu bölgenin yüzyıllar önce de tuz ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olduğunu gösteriyor.
Tuz Gölü sadece ticaret değil, sağlık merkezi olarak da biliniyor. Halk arasındaki inanışa göre göl suları şifalı. Tuzlu çamurun romatizma ağrılarına iyi geldiği düşünülüyor. Bölge dışından da yüzlerce insanın sadece bu nedenle yılda en az bir kez göle geldiği anlatılıyor. Gölün tuzlu çamuru sadece şifa dağıtmakla kalmıyor, rengi siyaha kaçan bu yapışkan killi balçıktan, bölgeye özgü testiler de yapılıyor. Şereflikoçhisar'da pideci dükkânı işleten Gafur Atasoy, "Benim çocukluğumda buzdolabı yoktu, evde hep bu testilerden kullanırdık. Gölün çamurundan yapılan testiler, suyu buz gibi soğuk tutar" diyor.
Doğa Derneği Projeler Koordinatörü Esra Başak'ın 2001'de yaptığı
analizin sonuçları, Tuz Gölü?nün Türkiye için ekonomik önemini vurguluyor. Araştırma, başta hayvancılık olmak üzere tarım, tuz üretimi, turizm gibi alanlarda ülke bütçesi için elde edilen yıllık getirinin 425 milyon dolar olduğunu ortaya koyuyor.
Sahip olduğu değerlere rağmen, Tuz Gölü ve çevresi beş yıl önce koruma altına alınabildi. 2000 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile "Özel Çevre Koruma Bölgesi" ilan edilen 7414 kilometre karelik bu alan, bugün Çevre ve Orman Bakanlığı Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı'nın (ÖÇKKB) kontrolünde. Ancak yıllar boyunca süren yanlış politikalar ve uygulamaların kurbanı olan göl artık ölüm kalım savaşı veriyor.
"Gölün Hazinesi": "Tuz Gölü'nün Kirliliği Hakkında Kamuoyunu Bilinçlendirme Projesi" kapsamında, Tuz Gölü ve komşuları Tersakan ve Bolluk Gölleri'nde gerçekleştirilen çalışmalar sonucu "Gölün Hazinesi" isimli kısa bir tanıtım filmi yapıldı. Aralık 2005 tarihinde biten film,2006'nın Ocak ayı sonundan itibaren ilgili etkinlikler, festivaller ve yerel TV’ler aracılığıyla kamu ile buluşturuluyor.
Kaynak:ADOKBEL,NATIONAL GEOGRAPIC
20 Eylül 2007 Perşembe
Abdül Settar Edhi-BİR YARDIMSEVER
18 Eylül 2007 Salı
SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI
Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları, Ortaasya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.
Geçmişte Osmanlı devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlardır.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de, Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir.
Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu’nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici anlayış ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, “Ermenilerin altın çağı” olmuştur. Osmanlı devletinin çalışan, liyakatli, dürüst ve becerili her vatandaşına sağladığı imkanlardan gayr-i müslimler içinde en çok faydalananlar Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdir.
Bu çerçevede Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, hatta Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar olmuştur. Hatta Osmanlı devletinin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler de yazmışlardır.
Ancak Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştır. Batılıların özellikle misyoner din adamı kisvesinde, Osmanlı devleti içine soktuğu provokatörlerin faaliyetleriyle Ermeniler; dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece, çoğu defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu’da başlatılan ve İstanbul’a kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise; Osmanlı askeri olarak düşmanlara karşı savaşan veya geri hizmetlerde çalışan Ermenilere karşılık, Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Müslüman’ın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir.
Devletin bunları yatıştırmak ve durdurmak için aldığı tedbirler istismar edilmiş ve dış devletlerin tahrik ve vaatleriyle Ermeniler, bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.
Anadolu dışında kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti, Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya sevk etmişlerdir.
Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalmıştı. Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Ayrıca hem cephede hem de cephe gerisinde savaşmak durumunda bırakılmasına rağmen, 9-10 ay, cephe gerisindeki önemli tehlikeyi “mahalli tedbirlerle” çözüme ulaştırmaya çalışmıştır. Bu arada, 24 Nisan 1915’te, cephe gerisinde faaliyette bulunan Ermeni komitecilerine yönelik bir operasyon yapmış ve vatana ihanet eden 2345 komiteciyi tutuklamıştır.
Komitecilerin dışında özellikle Rus sınırına yakın bölgelerdeki Ermeni halkın da devlete isyan halinde olduğunu görünce, son çareye başvurmuş ve bölgedeki Ermenilerden sadece isyan hareketine karışanları savaş bölgesinden alıp, ülkenin emniyetli bölgelerine “sevk ve iskâna”, o dönemdeki ifadesiyle “tehcir”e tabi tutmuştur. Bu uygulama ile aynı zamanda her şeyden önce cephe gerisinde iç savaş ortamında bulunan Ermeni halkın can güvenliği sağlanmıştır. Çünkü Ermenilerin bölgedeki Türklere yaptıkları katliam ve mezalimin karşılığını müslüman halk da vermeye başlamıştı.
Ermenistan ile bir takım siyasi ve ekonomik çıkarlar için Ermenileri kullanan bazı devletler, yer değiştirme uygulamasını ve 24 Nisan’daki tutuklamaları bir “soykırım” gibi göstermek ve dünya kamuoyunu bu konuda ikna etmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir.
Oysa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı devletini işgal eden devletlerden İngilizler, aralarında Osmanlı siyasi ve askeri liderleriyle önde gelen aydınların da bulunduğu 143 kişiyi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle tutuklayarak Malta adasına sürmüş ve hapsetmiştir. Suçlamalarla ilgili olarak Osmanlı, ABD ve İngiliz arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Buna rağmen, Malta’daki tutuklular hakkında iftiraları kanıtlayacak deliller mahkemeye sunulamamıştır. Sonuç olarak Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmadan 1922'de serbest bırakılmışlardır.
Ancak Türkleri sözde soykırımla suçlama gayretleri durmamış; Malta’daki yargılama sürecinde İngiliz basınında Osmanlı Hükümeti’ni sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu ispata yeltenen bazı uydurma belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye'deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris'teki Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara gönderilen yazılar olduğu anlaşılmıştır.
Bütün bu gerçeklere rağmen, sözde soykırım iddialarını gündemde tutmak için olağanüstü gayret sarf eden Ermeni komiteleri, terör eylemlerine yönelmişlerdir. 1965'ten sonra, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerin, Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyasıyla dünya ve Türkiye kamuoyunda varlığını hissettiren sözde Ermeni Sorunu, 1970'li yıllardan itibaren yurtdışındaki Türk temsilciliklerine yönelik terör eylemlerine dönüşmüştür.
Gurgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni’nin 27 Ocak 1973'de ABD'nin Santa Barbara kentinde, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü", 1975'den itibaren tıpkı 1915 öncesinde olduğu gibi "Örgütlü Ermeni Terörü"ne dönüşmüştür.
Yurtdışındaki Türk görevliler, diplomatlar, elçilikler ve kuruluşlarına yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.
Ermeni teröründe, Türkiye’deki iç huzursuzluğun zirveye çıktığı 1979 yılından itibaren büyük bir artış gözlenmeye başlanmıştır. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda 42 diplomatımız ile 4 yabancı hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.
Ermeni terör örgütleri, dış dünyanın tepkileri üzerine 1980’li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile işbirliğine girmişlerdir. 1984 yılında PKK sahneye çıkarılmış ve Asala-Ermeni terörü geri plâna çekilmiştir. Belgeler, Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA ile PKK militanlarının birlikte eğitim gördüklerini ortaya koymuştur.
Türk güvenlik güçlerinin PKK terörü ile mücadelede başarı sağlamasının ardından Ermeni komiteleri, sözde iddialarını Ermenistan devletinin açık desteği ve Ermeni Diasporası aracılığıyla sürdürmeye devam etmektedirler. Çeşitli ülke parlamentolarından “sözde Ermeni Soykırımı”nı kabul eden yasaların ve önerilerin çıkmasını sağlamaya çalışarak, asılsız iddialarını dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
Amaçları, sözde iddialarını tüm dünyaya “tanıtmak”, Türkiye’yi bu temelsiz iddiaları “tanımak” zorunda bırakmak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye'den "tazminat" ve "toprak" almak ve "Büyük Ermenistan" rüyasını gerçekleştirmektir.
DİPNOTLAR
1) Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000.
2) Yıldırım, Dr. Hüsamettin, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Ankara 2000, s. 38 (PRO.FO. 13 Temmuz 1921, 371 / 6504 / E.8519)
3) Şimşir, Bilal, Şehit Diplomatlarımız, Bilgi Yayınevi, Ankara 2000, 2 Cilt.
www.dodocuk.net
17 Eylül 2007 Pazartesi
ATATÜRK-ASLA VAZGEÇEMEMEK
Atatürk en zor anlarda dahi kararlılığından ve inancından hiçbir şey yitirmez ve sürekli çevresine moral aşılardı. Bunun en önemli örneklerinden biri Samsun'a ayak bastıktan sonra, Erzurum Kongresi'ne kadar olan dönemde görülmüştür. Halkın ve idarecilerin büyük bir umutsuzluğa kapıldıkları anda, O'nun kararlılığı ve davasına olan inancı başarıya giden yolda tek ışık olmuştu.
Mustafa Kemal Paşa bu zorlu dönemde bir yandan kumandanlarla temas kuruyor, onlarla yapılacak savunma için fikir ve karar birliği sağlamaya çalışıyordu. Öte yandan belki de en zor görevi başarmaya gayret ediyor, yorgun ve perişan durumda olan halkın moralini ve güvenini kuvvetlendirmeye çalıyordu. Özellikle Erzurum Kongresi öncesindeki çalışmaları bu konuda sağlam temeller atmasını sağladı ve çevresine, çalışma arkadaşlarına ve halka moral aşılamayı başardı.Nitekim Atatürk'ün silah arkadaşı İsmet İnönü Paşa, İkinci İnönü Zaferi'nden sonra, kendisini kazandığı zaferden dolayı tebrik eden Mustafa Kemal Paşa'ya cevaben bir mektup yazmıştır.
Bu mektupta elde edilen zaferin arkasındaki esas gücün, Atatürk'ün ruhundaki ateş olduğunu, bu ateşte milletin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerinin toplandığını şu satırlarla ifade etmiştir:"TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Zulüm ve istibdat dünyasının en zalimane hücumlarına karşı yalnız ve şaşkın kalan milletimizin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete getiren Büyük Millet Meclisi'nin Reisi Mustafa Kemal Paşa!. Kahraman askerlerimiz; Subay ve erlerimizle Avcı hatlarında omuz omuza vuruşan Tümen ve Kolordu Komutanları adına takdir ve tebriklerinize Kemali Fahr ile arzı şükran ederim."
Atatürk'ün kararlılığının bir başka örneği Sakarya Meydan Savaşı'ndan önce yaşanan gelişmelerde görülmüştür. Bu gelişmeler Atatürk'ün zamanın ötesinde bir dehaya sahip olduğunu, mevcut şartları analiz etme gücünü ve milletine olan sarsılmaz inancını da bir kez daha ortaya koymuştur.Sakarya Meydan Savaşı'ndan önce söz konusu olaylar şöyle gelişmiştir: 1920 senesinin Temmuz ayında Yunan İşgal Kuvvetleri Geyve Boğazı'ndan Afyon'a kadar uzanan hat boyunca mevzilenmiş Türk ordusuna karşı büyük bir taaruza girişirler. Mustafa Kemal düşmana karşı daha elverişli şartlarda savaşmak için orduya Sakarya'nın doğusuna çekilme emri verir.
Bu taktik çekilmesi ve Yunan ordusunun ilerlemeleri bütün yurtta ve TBMM'de büyük heyecan uyandırmıştır. Harp sanatından anlamayan ve Atatürk'ün askeri dehasını hakkıyla takdir edemeyenler bu çekilişi büyük bir yenilgi sanmışlardır. TBMM'de tartışmalar ve hiddet son dereceyi bulmuştu ki, Mustafa Kemal'in inanç ve kararlılığı bu tartışmalara son noktayı koydu. Bir genelgeyle halkın ve mebusların moralleri düzeltildi ve kendilerine olan güvenleri tazelendi. Atatürk'ün aşıladığı bu inanç ve güven duygusu kısa bir süre sonra büyük bir zafere vesile olacaktı. Söz konusu genelge şöyleydi:"Düşmanın ilerlemesi ihtimaline karşı halkın, kesinlikle tereddüt ve kuşku duymasına yer yoktur. Düşmanın Anadolu ve içlerine doğru uzanmak isteyen kolları mezarlarına yaklaşıyor; bu yeni sefer, düşmanın ölüm yolculuğudur. Tanrı'nın yardımı, yakın olaylar bu sonucu gösterecektir."Sakarya Meydan Savaşı öncesinde Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal'in ordunun başına geçmesini istedi. Çünkü milletin ve Meclis'in umudu O'nun şahsında bütünleşmişti.
Sonuçta 5 Ağustos 1921 tarihli bir kanun ile Meclis bütün yetkilerini Mustafa Kemal'e devretti ve O'na başkomutanlık sıfatı verdi. Böylece Erzurum Kongresi sırasında bütün sıfat ve memuriyetlerinden çekilmiş olan Mustafa Kemal Paşa, ulusal iradeyle ve Meclis Reisi olarak askerlikteki en sorumlu fakat en şerefli göreve, Başkomutanlığa yükselmiş bulunuyordu.Osmanlı Devleti'nde, Başkumandanlık daima padişaha ait olmuş ve ordular Başkomutan vekilleri tarafından sevk ve idare edilmiştir. Mustafa Kemal ise bir milli kahraman olarak Türk tarihi boyunca milli iradeye dayanarak başkomutanlık makamına geçen ilk Türk komutandır.
Mustafa Kemal bu şerefli makam ile aziz Türk ordusunun başına geçti ve 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi boyunca orduyu yönetti.Savaş sırasında atından düşen ve kaburga kemiği kırılan Mustafa Kemal, yaralı olarak sedye üzerinden harekatı idare etti. Bu büyük kumandanın cesareti, fedakarlığı ve inancı askerlere moral aşıladı. Bu durum, komutası altındaki kahraman askerlerin kendisine duydukları güvenle birleşince, o zaman için hiç kimsenin ihtimal vermediği bir mucize gerçekleşti.
Sayı, mühimmat ve imkan olarak çok eksik bırakılmış Türk ordusu, Batı'nın bütün imkanlarını arkasına almış Yunan ordusunu hezimete uğrattı.Atatürk'ün kararlı ve önder kişiliğinin insanlar üzerinde yarattığı etki Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından yıllar sonra dahi birçok yabancı gazeteci ve devlet adamını kendisine hayran bırakmıştır. Bu gazeteci ve devlet adamlarından bazıları Atatürk hakkında şunları söylemişlerdir:
Fransız Gazeteci Madam Golis;"Ani olarak fosfor gibi ışıldayan yine birdenbire kendi içinde dönen garip bakışları vardı. Kuvvetli kişiliği, herşeyi kavramadaki süratle, el hareketleriyle, kendini belli ediyor. Mustafa Kemal, gerçekten genç temiz, candan inanmış, ulusunu yönetmek için doğmuş bir insandır." (Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 333)
İngiliz Yazar Ravlinson;"Kuvvetli karakterli ve dünya ulusları arasında kendi ulusunu, haklı gururu üzerine kesin görüşlü bir adam olarak hiçbir zaman kişisel ün peşinde koşmadı. Yurdunun çıkarlarını herşeyin üstünde tutan ve milleti için her faydalı sonuca ulaşmaya çalışan bu zat gücünü damarlarına işleyen görev duygusundan alıyor." (Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 333)
İtalyan Bakan Soforça;"Hayatının sonuna kadar ulusunun mutlak güveniyle kurduğu devletin başında kalan muzaffer kumandanın kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir." (Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 334)
İngiliz Elçisi Persi Loren;"Görüşü o kadar keskin ve sıhhatli idi ki, olayların gidişi halkın duyguları ve Türkiye'nin iş ilişkilerinden sezişleri şaşılacak bir şekilde doğru çıkardı." (Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 334)
Kaynak:forum.abonem.com
Sivas Katliamı-KARDEŞ BİR TÜRKİYE İÇİN...
Sivas Madımak Olayı veya Sivas Katliamı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 35 yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir.
Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pekçok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.
2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi.
Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan saldırgan grup, Kültür Merkezi’nden yeniden
Hükümet Meydanı’na geldi. Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli'ne sıçrayan yangın sonunda otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin,Nesimi Çimen'in bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.
Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Gene olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi.
Yargılama
Olaylardan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların sayısı 190’a çıktı. Gözaltına alınan 190 kişiden 124’ü tutuklandı, geri kalanlar serbest bırakıldı. Kamuoyunda Sivas Davası olarak bilinen davanın ilk duruşması, Ankara 1 No`lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde 21 Ekim 1993 günü yapıldı. 26 Aralık 1994’te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanık hakkında 15’er yıl, 3 sanık hakkında 10’ar yıl, 54 sanık hakkında 3’er yıl, 6 sanık hakkında 2’şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi.
Müdahil avukatlar, DGM’nin kararını taraflı, hukuka ve adalete aykırı olarak niteleyerek, ayrıntılı bir savunmayla temyize gittiler. Yargıtay 9. Ceza Dairesi “Katliamın Cumhuriyete, Laikliğe ve Demokrasiye yönelik olduğunu” belirterek DGM’nin kararını esastan bozdu. Ankara 1 No`lu DGM, Yargıtay’ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlattı.
28 Kasım 1997’de açıklanan kararda 33 sanığa idam cezası verildi. Yargıtay 9. ceza dairesi 24 Aralık 1998’de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usül noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999 tarihinde usül eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000'de 33 sanık DGM’ce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezası'nın yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet hapis cezalarına dönüştürüldü.
Sivas Davası İstiklal Mahkemeleri sonrasinda, tek bir davada, bu kadar çok idam cezasinin verildiği ilk davadır.
Ayrıca davayla ilgili unutulmaması gereken bir nokta da sanıkların avukatlığını Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan üstlenmiştir.
Hayatını Kaybedenler
Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
Gülender Aka - 25 yaşında
Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar
Ahmet Alan - 22 yaşında
Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci
Sehergül Ateş - 30 yaşında
Behçet Aysan - 44 yaşında, şair
Erdal Ayrancı - 35 yaşında
Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
Belkıs Çakır- 18 yaşında
Serpil Canik - 19 yaşında
Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
Nesimi Çimen - 67 yaşında, şair, sanatçı üç telli curanın son ustası
Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
Serkan Doğan - 19 yaşında
Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi
Murat Güneş Murat Gündüz - 22 yaşında
Gülsüm Karababa - yaşında
Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
Koray Kaya - 12 yaşında
Menekşe Kaya - 17 yaşında
Handan Metin - 20 yaşında
Sait Metin - 23 yaşında
Huriye Özkan - 22 yaşında
Yeşim Özkan - 20 yaşında
Ahmet Öztürk - 21 yaşında
Ahmet Özyurt - 21 yaşında
Nurcan Şahin - 18 yaşında
Özlem Şahin - 17 yaşında
Asuman Sivri - 16 yaşında
Yasemin Sivri - 19 yaşında
Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
İnci Türk - 22 yaşında
Kenan Yılmaz - 21 yaşında
Yorumlar:
Dönemin:
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel:''Halkla güvenlik güçlerini bir araya getirmemeliyiz.''
Başbakan Tansu Çiller:''Çok şükür otel dışındaki halkımız zara görmemiştir.''
Kenan Evren:''Gereksiz bir konuşma sonunda çıkan olay,solcularla dinciler arasındaki çekişmeye dönüyor bunu önlemek lazım.İnsan dinsiz olabilir ama bunu ilan etmenin gereği yok.''
ANAP lideri Mesut Yılmaz:''Bu futbol maçında bile çıkacak bir olaydır.''
Kaynak:Vikipedia
16 Eylül 2007 Pazar
İsmet İnönü
1884 yılında İzmir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. Bir yıl Sivas'ta Mülkiye İdadisi'nde okuduktan sonra, 1897 yılında İstanbul'daki Mühendishane İdadisi'ne gitti. 1901'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a (topçu okulu) giren İsmet İnönü, bu okulu 1903'te topçu teğmeni olarak bitirdi. 1906'da Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni birincilikle bitirerek kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2. Ordu'nun 8. Alay'ında bölük komutanlığına atandı. 1908'de kolağası oldu ve 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) olarak bilinen ayaklanmayı Selanik'ten gelerek bastıran Hareket Ordusu'nda görev aldı. 1910-1913 yılları arasında Yemen İsyanı'nın bastırılması harekâtına katıldı.
Bu ve bundan önceki görevlerinde hudut problemleri ve asilerle yapılan anlaşmalarda başarılı hizmetleri ve meslekî özellikleriyle dikkati çekti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak Atatürk'le birlikte çalıştı ve yıllardır süren dostlukları ile devletin geleceği hakkında ortak fikirleri gelişti. Suriye Cephesi'nde savaştı; Millî Mücadele sırasında Atatürk'ün en yakın silâh arkadaşı olarak çalıştı
23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Edirne milletvekili olarak katılan İsmet Bey, 3 Mayıs'ta İcra Vekilleri Heyeti'nde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili oldu. Albay İsmet Bey, mebusluk ve bakanlık da uhdesinde kalarak Garp Cephesi Komutanlığı görevine getirildi. Kuruluş aşamasındaki düzenli ordu ile Çerkes Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Ocak ve Nisan 1921'de I. ve II. İnönü savaşlarında Yunan ilerlemesini durdurdu.
İnönü zaferleri, Ulusal Ordu'ya güven duyulmasını sağladı, Ulusal Kurtuluş Hareketini yürütenlere moral ve güç verdi. Birinci İnönü Savaşı sonunda tuğgeneral rütbesine yükseldi. Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz'dan sonra kazanılan zafer üzerine Mudanya Ateşkes toplantısında Büyük Millet Meclisi'ni temsil etti. Lozan Barış Konferansı'na Dışişleri Bakanı ve Türk heyeti başkanı olarak katıldı.
Görüşmeler sırasında Ulusumuzun çıkarlarını titizlikle savunan ve koruyan İsmet İnönü, 24 Temmuz 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması'nı imzaladı. Cumhuriyetin ilânından sonra 1923-1924 yıllarında ilk hükûmette Başbakan olarak görev aldı, aynı zamanda Halk Fırkası Genel Başkan Vekilliği'ni üstlendi. 1934'te Soyadı Yasası çıktığında Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, Başbakanlık görevini 1924-1937 yılları arasında da sürdürdü. İnönü, Atatürk devrimlerinin gerçekleştirilmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerine oturtulmasında Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşıydı.
Atatürk'ün ölümünden sonra 1938 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Cumhurbaşkanlığı'nın yanı sıra CHP Genel Başkanlığı'na da getirildi. CHP'nin 26 Aralık 1938'de toplanan I. Olağanüstü Kurultay'ında partinin "değişmez genel başkan"ı seçildi. Ayrıca kendisine "Milli Şef" sıfatı verildi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'yi savaş felâketinin dışında tutmayı başardı. Savaştan sonra çok partili siyasî rejime geçilmesinde en büyük destek oldu. 1950 genel seçimlerinden sonra CHP iktidarı Demokrat Parti'ye bırakırken, İsmet İnönü de Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı ve 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak siyasî yaşamını sürdürdü. 27 Mayıs harekâtından sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi ve 10 Kasım 1961 tarihinde Başbakanlığa atandı.
1965 yılında bu görevden ayrıldıktan sonra milletvekili olarak siyasî yaşamını sürdürdü. 1972'de Parti Genel Başkanlığı ve milletvekilliğinden istifa ederek, 25 Aralık 1973'de ölünceye kadar Anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu tabiî üyeliği görevinde bulundu. 1916 yılında Mevhibe Hanım'la evlenen İsmet İnönü üç çocuk babasıydı.
www.cankaya.gov.tr
14 Eylül 2007 Cuma
ESKİŞEHİR TARİHİ
Tarihi çok eskilere uzanan Eskişehir'in ilk yerleşim noktası şimdiki yerleşimin 6 km. kuzeyindeki Şarhöyük (Dorylain) dur. Eski yerleşimindeki harabelerden dolayı şehre "Eskişehir" adı verilmiştir. Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu çıkan eserlerin verdiği bilgilerden, Eskişehir ve yöresinin Neolitik çağa kadar (İ.Ö. 10.000 - 5.000 yılları) uzanan bir yerleşim bölgesi olduğu anlaşılmıştır. Demircihöyük, Keçiçayırı Höyüğü, Kalkanlı Höyüğü, Orman Fidanlığı, Küllüoba gibi yerleşim merkezleri hayli yoğun kitleler halinde yerleşim görmüştür. Daha sonraları Hittiler döneminde Şarhöyük (Dorylaion) İmparatorluğun batıdaki en önemli uç noktası olmuştur. İ.Ö. 1200'lerde Friglerin bölgeye yerleşmesi ile çoğalmaları ve diğer halklarla karışmaları sonucu üstün bir Frig uygarlığı yaratılmıştır. İ.Ö. 695 yılında Kimmerlerin istilası ile yıkılan Friglerden sonra şehir Lidyalıların, M.Ö. 546 yılında da Perslerin hakimiyetine girmiştir.
M.Ö. 334 yılında İskender'in eline geçen Eskişehir, İskender'in ölüm tarihi olan M.Ö. 323 yılana kadar Hellenizm dönemini yaşamıştır. Greklerin, Anadolu'ya bu devirde kitleler halinde gelip yerleştikleri, tarihi belgelerden anlaşılmıştır.
M.Ö. 190'larda Romalıların eline geçen Eskişehir, Roma'nın M.S. 395'de ikiye bölünmesine kadar Roma İmparatorluğu'nun sonra da Doğu Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) idaresinde kalmıştır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında doğudan gelen Türk Boyları, Bizans'ın zayıflığından da istifade ederek Doğu Anadolu'ya yerleşmeye başlamıştır. Selçuklu Hükümdarı Alparslan'ın 1071'de Malazgirt Savaşını kazanmasından sonra Türklere bütün Anadolu kapıları açılmış, süratle ilerleyen Türk orduları 1074'de Eskişehir'i almıştır. Bundan sonra Eskişehir, doğudan devamlı gelen boylar için bir yerleşme noktası olmuştur. İnönü İlçesindeki Çarşı Camii'nin yapım yılı 1074'tür.
Sonraları Eskişehir Anadolu SelçukluDevleti ile Haçlılar arasında yapılan kanlı savaşalara sahne olmuştur. Eskişehir Anadolu Selçukllu Devleti'nin kuruluşundan yıkılışına kadar bir selçuklu şehri olarak kaldığı halde, bu savaşlar nedeniyle fazla selçuklu eseri yapılamamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin eserleri, o devirde uzun süre uç beyliğin merkezi olan Sivrihisar'da görülür. Osmanlı Devletinin Kurucusu Osman Bey, 1284 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Mesut tarafından gönderilen fermanla aşiret reisliğinden çıkarak uç beyi olmuştur. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra, gün geçtikçe kuvvetlenmiş ve 1289 yılında hakimiyet sahasına Eskişehir ve İnönü'yü de katmıştır. Osmanlıların ilk zamanlarında, devletin kurulu merkezlerinden birisi olması sebebiyle Eskişehir'e yakın ilgi gösterilmişse de Duraklama ve Gerileme devirlerinde pek ilgi gösterilememiştir. Bu nedenle Eskişehir yakın zamana kadar gelişememiştir. Şehir ancak 1877-1878 Osmanlı - Rus harbinden sonra muhacirlerin yerleştirilmeye başlamasıyla beraber gelişmeye başlamıştır.
Bugün Türkiye'nin sayılı merkezlerinden olan Eskişehir, Fatih'in ilk zamanlarına kadar Ankara Beyliğine bağlı olarak kalmıştır. 1451 yılından sonra Kütahya'nın Beylerbeylik haline gelmesi üzerine Anadolu İdari Teşkilatında değişiklik olmuş; bu arada Ankara'ya bağlı bulunan Eskişehir, Kütahya Beylerbeyliği'ne bağlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun, Birinci Dünya Savaşından müttefikleriyle birlikte yenik çıkması, askeri vesiyasi açılardan zayıflaması ve 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu yenilginin uluslararası platformda tescil edilmesi, büyük bir devletin sonunu ve genç, Türkiye Cumhuriyeti'nin de başlangıcını haber veriyordu.
20. yüzyılın başlarında Eskişehir, bağımsız bir mutasarrıflıktı ve çevresiyle birlikte kalabalık bir nüfusa sahipti. Bugün olduğu gibi o günlerde de tarım, Eskişehir'in yaşamında önemli bir yer tutuyordu. 1890'lı yıllarda Eskişehir'e gelen demiryolu da gelişerek, doğal ticaret yollarını takip etmiş, Eskişehir,batıdan gelip doğu ve güneye giden demiryollarının bir kesişim noktası haline gelmişti. 1892 yılında kurulan Cer Atölyesi, demiryolunun ve demiryolu araçlarının bakım ve onarımını yapan önemli bir kuruluş olma özelliğini de taşıyordu. Demiryolu Eskişehir'in ticaretini canlandırmış, burayı ticaretin yanı sıra askeri açıdan da önemli bir stratejik nokta konumuna getirmişti
Mondros Müterekesi'nin maddelerinden biri de; İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki önemli noktaları güvenlik gerekçesiyle işgal edebilecekleri hükmünü taşıyordu. Bu maddeye dayanarak 13 Kasım 1918 tarihinde herhangi bir karşı direnişle karşılaşmadan İstanbul'a çıkan İngiliz kuvvetleri, İstanbul Bağdat demiryolu hattı boyunca kendilerince önemli gördükleri yerleri işgal etmeye başladılar, bu işgalden 1919 yılının Ocak ayı sonlarında Eskişehir'de nasibini aldı. 520 mevcutlu bir İngiliz birliği Eskişehir İstasyonu çevresinde karargahlarını kurdu.
Mondros Müterekesi'nin maddelerinden biri de; İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki önemli noktaları güvenlik gerekçesiyle işgal edebilecekleri hükmünü taşıyordu. Bu maddeye dayanarak 13 Kasım 1918 tarihinde herhangi bir karşı direnişle karşılaşmadan İstanbul'a çıkan İngiliz kuvvetleri, İstanbul Bağdat demiryolu hattı boyunca kendilerince önemli gördükleri yerleri işgal etmeye başladılar, bu işgalden 1919 yılının Ocak ayı sonlarında Eskişehir'de nasibini aldı. 520 mevcutlu bir İngiliz birliği Eskişehir İstasyonu çevresinde karargahlarını kurdu. İngilizlerin Eskişehir istasyonu ve çevresini işgal ettikleri dönemde Eskişehir mutasarrıfı Hilmi Bey'di ve bu kişi Damat Ferit Paşa tarafından kurulan ve işgalcilere sempati duyan Hürriyet ve İtilaf Hükümeti 'nin adamıydı. İşgal Eskişehir halkı tarafından nefretle karşılandı ve gösteriler düzenlenmeye başladı.
Hilmi Bey işgale karşı yapılan başkaldırı ve gösterileri "huzur bozucu ayaklanmalar" olarak niteliyordu. Eskişehir'de 17 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgalini kınayan bir miting düzenlendi. Bu miting sonrasında işgalcilere karşı olan direniş, giderek daha örgütlü hale geldi ve güçlendi; direnişi başlatanlar Eskişehir'li aydınlardı. Bu tarihlerde 20. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ve Çerkez Ethem'in de Kuvayı Milliye örgütlenmesine ve Eskişehir'li direnişçi aydınlara destekleri oluyordu. Ayrıca Ali Fuat Paşa, süvari yarbayı Atıf Bey'i de Eskişehir Mıntıka Komutanlığı'na atamıştı. Atıf Bey, mutasarrıf Hilmi Bey'e karşı olan görüşleriyle de tanınıyordu. Atıf Bey, demiryolu dolayısıyla Eskişehir'in ne denli önemli bir stratejik noktada olduğunun farkındaydı. 4 Eylül 1919'da gerçekleştirilen Sivas Kongresi, bir başkaldırının, bir direnişin örgütlü olarak başlamasının da göstergesiydi. Bu kongreye Eskişehir'den üç delege katıldı. Bunlar; Bayraktarzade Hüseyin Bey. (Akbaşlı) Hüsrev Sami ( Kızıldoğan ) Siyahizade Halil İbrahim Bey'di. Kongrenin tutanaklarının bastırılması için gerekli maddi kaynak yo ktu ve baskı için Eskişehir delegesi Bayraktarzade Hüseyin Bey 200 Osmanlı Altını bağışta bulundu ve tutanaklar böylelikle basılabildi ve bu onur Eskişehir'in ve Eskişehir'lilerin oldu.
Sivas Kongresi ve kongre sonucunda tüm Anadolu insanının tek bir vücut olarak kilitlenmesi gerek İstanbul Hükümetinin, gerekse İtilaf devletlerinin hoşnutsuzluğuna neden oldu. Bu arada Anadolu'da bulunan neredeyse tüm kuvvet komutanları, İstanbul'a karşı bayrak açmıştı.
Bu arada İngilizler Kuvayı Milliye güçlerine karşı saldırılar düzenlemek üzere Eskişehir'e yığınak yapmaya başladılar. Ali Fuat Paşa 13 Eylül 1919'da Ankara'dan Sivrihisar'a intikal etti, 20 Eylül'de ise Batı Anadolu Kuvayı Milliye Komutanı sıfatıyla bir bildiri yayınlayarak , Eskişehir'de bulunan yerel yöneticilerin İstanbul Hükümeti'nin emirlerini dinlememesini istedi. Bu arada İngiliz kuvvetlerine de bir çağrıda bulunanarak, İstanbul Hükümeti'ne karşı başlatılan bu harekatta taraf olmamalarını istedi. Bu tarihlerde Kütahya'da da bir İngiliz işgal kuvveti bulunuyordu. İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir müfreze Kütahya'ya giderek İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir'e doğru çekilmelerini sağladı. Kütahya'da bulunan İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir'e çekilmelerinden sonra Türk birlikleri Eskişehir — Kütahya Demiryolu üzerinde bulunan Alayunt köprüsünü yıkarak İngilizlerin tekrar Kütahya'ya gelmesini engelledi. Bu Eskişehir'de bulunan Hürriyet ve İtilaf H ükümeti yanlılarını rahatsız etti ve Mutasarrıf Hilmi Bey, İngilizlerden yardım istedi, ancak İngilizler bu çatışmaların Osmanlı împaratorluğu'nun iç sorunu olduğunu belirterek, Mutasarrıf Hilmi'ye destek vermediler.
1 Ekim 1919'da Damat Ferit hükümeti istifa etti. Yeni bir hükümet kuruldu, hükümetin başı Ali Rıza Bey'di, Kuvay-ı Milliye yeni hükümetten bir çok istekte bulundu ve bu isteklerini de kabul ettirdi. Bu arada Eskişehir'de mutasarrıflığına Hilmi Bey yerine Kuvay-ı Milliye yanlısı Çolakoğlu Sabri Bey getirildi. İbre bir anda tersine dönmüştü. Kuvay-ı Milliye karşıttan tutuklandı, kaçanlar da İngilizlere sığındıIar.Mutasarrıf Hilmi 4 Ekim 1919'da uğradığı bir saldırı sonucunda öldürüldü. 16 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan dağıtıldı, 11 Nisan'da ise resmen kapatıldı ve Osmanlı Devleti hükümetsiz kaldı.
Ankara'yı ve Ankara'daki çalışmaları güvence altına almanın bir yolu İngiliz işgal ve denetiminde olan demiryolunu tekrar ele geçirmekti, Ali Fuat Paşa 17 Mart 1920'de, 143. Alay'la yola çıkarak Ankara - Eskişehir arasındaki demiryolunu tekrar ele geçirdi ve denetimi sağladı. Direnen İngiliz asker ve subayları da tutuklandı.
20 Mart 1920'de Milli Alay'a komuta etmekte olan 20. Kolordu komutan vekili Mahmut Bey, Eskişehir'deki işgal kuvvetleine bir uyarı yaptı ve Eskişehir'i bir saat içinde terketmelerini istedi. Aynı gün, sürenin uzatılması istekleri reddedilen İngiliz kuvvetleri çok sayıda araç gereç ve mühimmat bırakarak Eskişehir'i terk ettiler. Eskişehir'in Yunanlılar Tarafından İşgal Edilmesi ve Gelişen Olaylar Uşak ve Bursa üzerinden Kütahya ve Eskişehir üstüne saldırıya geçen Yunan kuvvetleri, 20 Temmuz 1921'de Eskişehir'i işgal ettiler. Türk Batı Cephesi güçleri Çifteler'e dek geri çekildi. Durum Türk kuvvetlerinin tümüyle aleyhine dönmüştü. İşgal kuvvetlerinin Ankara yakınlarına kadar gelmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde rahatsızlıklara neden olmuştu.
Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa Ankara'nın terk edilerek meclis çalışmalarının Kayseri'ye taşınmasını istiyordu. Ancak TBMM'de kesinlikle Ankara'nın terk edilmemesini yönünde karar aldı ve 5 Ağustos 1921 tarihinde Mustafa Kemal meclis yetkileriyle donatılarak Başkomutan oldu.
Yunanlılann Eskişehir'i işgalini ve yaşananları Suzan Albek kitabında şöyle aktarır: "Türk ordusu Eskişehir'i boşalttıktan sonra, Yunan elini kolunu sallayarak girdi buraya. Aylardan temmuz, Eskişehir'de zerdali vaktiydi. Yunan ordusu dağınık, perişandı. İlk günler Aşağı Mahalledeki çarşının dükkanlannı yağmaladılar. Kurşunlu ca-miinin Menzilhanesini erzak deposu, Aşhaneyi mutfak yaptılar. Semahane Yunan askerleriyle doldu. Kumandanlar Fransız mektebine, Doğaloğlu hanı ve diğer büyük binalara yerleştiler. Odunpazanndaki Turan Numune mektebi hastane oldu. İşgalden iki gün önce Ankara yönüne göçmüş zenginlerin evlerine yerleştiler. Bütün evlere beyaz bayrak asın dediler, astık. Gece dokuzdan sonra sokağa çıkmayın dediler, çıkmadık. Bahçe duvarlanna delik açtık, sokağa çıkmadan birbirimize gidip geldik."
Bu arada Yunanlıların Eskişehir'i işgallerinden iki gün sonra 22 Temmuz 1921 'de Yunan kralı Konstantin Eskişehir'e .geldi, yanında Yunan ordusunun üst rütbeli subayları bulunmaktaydı. Eskişehir'de yapılan toplantıda kral Konstantin Yunan Orduları Başkomutanı oldu, bundan beş gün sonra Kütahya'da yapılan bir başka toplantıda ise Ankara'ya saldırı kararı alındı. Yunan Ordusu yaptığı büyük hazırlıklardan sonra, üç koldan 13 Ağustosla Türk mevzilerine karşı hücuma geçti. Bundan sonraki bölümü kronolojik olarak gün gün ele alabiliriz:
16 Ağustos ta Mihallıçık işgal edildi.
21 Ağustos 1921: Yunan Ordusu Sakarya Nehri'nin Güneyine geçti,
23 Ağustos'a dek ciddi bir direnişle karşılaşmayan işgal ordusu komutanı Papulas, Batı Cephesi mevzilerine saldınlması ve ve cephenin iki yerden yarılmasını istedi.Mangal Dağı'nı tutan Türk birlikleri. Mangal Dağı'nda bir alaylık güç bırakarak geri çekildiler.
24 Ağustos 1921: Yunanlılar Mangal Dağı'nı ele geçirdiler, ancak Türklerin burayı çok çabuk terketmelerinden de kuşku duydular. İki gün beklemeyi tercih ettiler. Bu beklemeden ya rarlanan Başkomutanlık, mevzilerin arkasına güç yığdı.
25 Ağustos 1921: Yunanlıların saldırısı püskürtüldü. Ancak Yunan kuvvetleri çok geniş bir alana yayılmıştı.
30 Ağustos 1921: Yunan birlikleri yeni bir saldırı başlattılar, beş gün boyunca süren çatışmalarda büyük kayıplar verdiler ve Çal Dağı'nı zorlukla ele geçirebildiler. 4 Eylül 1921: Yunan Komutanı Papulas Savaş bakanına yazdığı bir raporda Ankara'ya kadar ilerlemenin olanaksız olduğunu belirtti.
6 Eylül 1921: Mustafa Kemal, Fevzi Paşa (Çakmak) ve İsmet Paşa yaptıkları toplantıda Yunan kuvvetlerinin iyicegüç kaybettiği konusunda fikir birliğine vardılar.
7 Eylül 1921: Keşif saldırıları yapıldı ve iyi sonuçlar elde edildi.
10 Eylül 1921:Türk Kuvvetleri " Genel Karşı Saldın" karan aldı ve Dua Tepe ele geçirildi. Yunanlılar Beylikköprü sırtlarına dek gerilediler.
12 Eylül 1921: Kartaltepe ve Beştepe ele geçirildi
13 Eylül 1921: Yunan birlikleri tümüyle Sakarya'nın batısına geçtiler.
14 Eylül 1921: Yunanlıları izleyen Mürettep Süvari Tümeni Sivrihisar'a girdi.
17 Eylül 1921: Türk Kolorduları Yunanlıları güneyden sarmaya başladı, Papulas Eskişehir'e çekilmeyi planladı. Aynı gün öncü birlikler Mihallıççık'a girdiler.
20 Eylül 1921: Cephane yetersizliği dolayısıyla oldukça yavaş hareket edebilen Türk birlikleri, Sakarya'nın batısına geçtiler.
23 Eylül 1921: Yunan birlikleri Eskişehir'e dek geriledi, burada yeni güçler ve cephanelerle desteklendi. 1921 yılının Eylül ayı sonlarında bitebilecek olan Yunan işgali, malzeme ve cephane yetersizliği dolayısıyla bir yıl kadar uzadı. Bu arada Yunanlıların Avrupa'da siyasi destek arayışları devam ediyordu, ancak İngiltere ve Fransa gibi güçlü devletler, savaşın sonunu görmüşlerdi, dönemin Fransa Başbakanı Briand, Yunanlıların Türklerle bir an önce barış yapmalarını önerdi, İngiliz Başbakanı Lloyd George ise bir an önce Serv ruhunun terk edilmesi gerektiğini söylemeye başlamıştı. 1922 yılının bahar ayları boyunca hem Türk birlikleri, hem de Yunan birlikleri karşılıklı saldırı için hazırlıklarını yaptılar. Yunan Ordusu'nun başına Hacı Anesti getirilmişti.
22 Ağustos 1922: Mustafa Kemal tüm hazırlıkların 15 gün içinde tamamlanması buyruğunu verdi.
24 Temmuz 1922: Yunanlılar İstanbul'u işgal için bir harekata girişti, bu harekat Türk saldırısının hızlanmasını sağlamaktan başka hiç bir işe yaramadı.
26 Ağustos 1922: Büyük Taarruz başladı.
30 Ağustos 1922: Büyük Taarruz bitti.
1 Eylül 1922: Seyitgazi düşman işgalinden kurtuldu.
26 Ağustos 1922 de Türk Ordusunun başlayan taarruzu sonucu, 2 Eylül 1922 de Eskişehir düşman işgalinden kurtuldu. Ancak işgalciler geri çekilirken yakıp, yıkmış kenti harabe haline getirmişlerdi. Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nin muhabirine göre; Yunanlılar geri çekilirken 250 kişiyi öldürmüş, kent merkezinde 2 bin hane, 22 otel ve han, 2 bin mağaza ve dükkan, 5 hamam, 4 fabrika, 2 cami, 3 mescit ve 10 mektep yakmışlardı. Köylerde ise 13 bin hane ve 2 bin davar ağılı ateşe vermişlerdi. 150 bin dönüm ormanlık alan da kül haline getirilmişti.O günkü kaynaklara göre kent ve çevresinde 150 milyon lira zarar meydana gelmişti.
Görüldüğü gibi işgalin bilançosu ağır olmuş ve son elli yıldır sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan canlanmaya başlayan kenti yok olma aşamasına getirmiştir. Savaşın yarattığı dehşeti tarihe kaydetmek üzere alanları dolaşan Anadolu'da Yeni Gün Gazetesi muhabirinin ilk izlenimleri ise şöyledir:" Eskişehir'e girdiğimiz zaman ( 2 Eylül akşamı) otomobilimiz yamadan görülmez bir hale gelmiş, tam manasıyla eski Osmanlı imparatorluğu'nu andırıyordu. Birçok harabelerden geçtikten sonra yine o harabeler arasında durduk, pek iyi bildiğim Eskişehir'i hiç tanıyamayacak bir halde buldum. Düşman kasabayı hemen baştan aşağı yakmış. Otomobilimiz Köprübaşı denilen mevkide durmuştu. Etrafımız yanan dükkan, mağaza ve evlerin siyah ve korkunç enkazıyla sarılı idi” TBMM Hükümeti, korkunç manzaraya rağmen idari mekanizmayı kurmakta gecikmedi. Eskişehir'in işgalinden sonra memurlarıyla birlikte Sivrihisar'a taşınmış olan Mutasarrıf İbrahim Bey, geri dönerek yönetimi ele aldı.
Kurtuluştan sonra yapılan ilk icraat, Eskişehir'i istanbul ve Ankara'ya bağlayan tren raylarının ve köprülerinin onarımına başlanması oldu. Zira bu icraata öncelik verilmesinin temel nedeni, stratejik olmasının yanısıra, sosyal ve ekonomik yaşamla da yakından ilgili olmasıdır. İki ay içinde tren hattı onarılarak işletmeye açıldı.
Bunun yanında adliye örgütü, kentte eğitim ve öğretime başlanması için eğitim kurumları ve yangından zarar gören kentin su ve elektrik tesisatı yeniden yapılandırıldı. Kentin imarı ve canlandırılması sürecinde yaşanan ilginç olaylardan biri de TBMM'nin Eskişehir'e nakledilmesi konusudur. 11 Ekim 1922 de kentin ileri gelen kişilerinden oluşturulan bir heyet, TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek Meclisin daimi olarak Eskişehir'de toplanmasını istediler. Ancak bu teklif uygun bulunmadı.
Mustafa Kemal Paşa' nın 15 Ocak 1923'te Eskişehir'e yaptığı gezi de gerek Türkiye'nin geleceği açısından gerek Eskişehir'in imarı konusunda, bir dönüm noktası oldu. Mutasarrıflık Dairesi'nde (Hükümet Konağı) yaptığı konuşmada, Ulusal Kurtuluş Savaşında büyük acılar çeken Eskişehir halkının gösterdiği özveriyi takdirle karşıladığını açıkladı. Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa Mutasarrıflık Dairesi'nde, üst düzey memurlardan kentin imarı konusunda bilgi aldı ve ihtiyaçlarının neler olduğunu öğrendi. Mustafa Kemal Paşa ilgililerden acilen hayvanların ıslahı ve hastalıklardan korunması, tohumluk dağıtımı, yolların yapılması, yeni okul binalarının inşası, mevcut ormanların haritasının çıkarılması gibi konulara eğilmeleri gerektiği direktifini verdi. Mustafa Kemal Paşa'nın bu direktifleri ve Eskişehir'in kalkındırılmasına yönelik hassasiyeti Belediye Başkanı Hasan Basri Bey'i harekete geçirdi.
Özetle Kurtuluş Savaşının 5 önemli meydan muharebesinin üçü Eskişehir'de geçmiştir. M.Kemal Atatürk'ün önderliğindeki T.B.M.M. mazlum halklara örnek olacak galibiyetlerin ilkini I.İnönü Savaşı ile Eskişehir topraklarında kazanmıştır. Eskişehir, Ulusal Kurtuluş Savaşının kilit noktalarından birini oluşturduğundan, savaşta maddimanevi olarak çok yıpranmıştır. Kurtuluştan sonra geriye yanmış, yıkılmış bir kent kalmış, ancak yöneticilerin ve halkın kenti yeniden canlandırma azmi yok olmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, 15 Ocak 1923'te Hükümet Konağında yaptığı konuşmada vurguladığı gibi Eskişehir, zaferin kazanılmasında büyük katkı yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa, bu nedenle kentin imarıyla yakından ilgilenmiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan yatırımlarla kısa zamanda modern bir kent yaratılmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Sancak ve mutasarrıflıkların il yapılmaları üzerine, Eskişehir'de 1925 yılında il olmuştur. 1926 yılında Eskişehir'in, Sivrihisar, Mihallıçcık ve Seyitgazi olmak üzere üç ilçesi bulunuyordu. 28.06.1954 tarihinde 6321 sayılı kanunla Çifteler, Mahmudiye, 27.06.1957 tarihinde 7033 sayılı kanunla Sarıcakaya ilçe haline getirildi ve Eskişehir'in ilçe adedi 6'ya çıkmış oldu. Daha sonra, 19.06.1987 tarihinde 3392 sayılı kanunla Alpu, Beylikova, İnönü; 9.05.1990 tarih ve 3544 sayılı kanunla Günyüzü, Han ve Mihalgazi ilçe haline getirilmiştir. Böylece ilçe sayısı 12'ye çıkmıştır.
www.ozelsiteler.com