19 Haziran 2014 Perşembe

Roma'lılar Döneminde Kilikya ve Tarsus




Düzlük Kilikya toprakları üzerinde, Tarsus başkent olacak şekilde düzenlenen antik Roma eyaleti.
Cilicia Trachea bir korsan yuvası haline gelmişti ve bölge Pompey tarafından MÖ 67'deki Korakesion Savaşında(modern Alanya) kontrol altına alındıktan sonra Tarsus Roma eyeleti Kilikya'nın başkenti olacak şekilde düzenlendi.Cilicia Pedias MÖ 103 yılında, önce Marcus Antonius Orator ve bölgenin ilk valisi olacak olan Sulla tarafından Roma topraklarına katıldı, hemen ardından da korsanlarla mücadeleye girişen Pompey tarafından MÖ 64 yılında Kilikya sınırlarına dahil edildi. Bölge Kilikya topraklarına dahil edilmeden önce kısa bir süre için Frigyanın bir parçası olarak düzenlenmişti.
MÖ 47 yılında Jül Sezar tarafından yeniden organize edilen bölge MÖ 27'de Syria-Cilicia Phoenice (Suriye-Kilikya Fenike) eyaleti sınırlarına dahil oldu. Batı bölgesi yerel krallar ya da rahip-hanedanlara, doğu bölgesi deTarkondimotos idaresinde küçük bir krallığa bırakılarak özgürlüğü verildi ancak eyalet 74 yılında Vespasiantarafından yeniden birleştirilerek önemine atfen bir prokonsül'ün yönetimine bırakıldı.
İmparator Diocletianus'un yönetim reformunun ardından (297 civarı) Kilikya, Doğu Roma'nın Oriens pretorian prefektürlüğüne bağlı Diocesis Orientis olarak bilinen Doğu Diocese'si dahilinde İsauria, Suriye, Mezopotamya, Mısır ve Libya ile birlikte bir Consularis tarafından yönetilen eyalet statüsü kazandı.
Bölge 7. yüzyıldan itibaren Müslüman Arapların eline geçti ancak Bizans İmparatoru II. Nikeforos tarafından 965 yılından yeniden Doğu Roma topraklarına katıldı.
Roma Kilikyası, keçi kılından yapılan ve çadır imalatından kullanılan Cilicium adlı bir kumaş ihraç etmiştir. Yine Hıristiyan azizi Pavlus Kilikya'nın başkenti Tarsus'da doğmuştur.

Tarsus:

                                                                   Antik Roma Yolu

Kuruluşu yaklaşık 8.000 yıl öncesine, Yeni Taş Çağı'na dayanan Tarsus'un, adını Kent Tanrısı Sandon'dan (Baal Tarz) aldığı bilinmektedir. Tarsus'un ismi ve kuruluşu hakkında, mitolojilerde ve eski yazarların anlatımlarında çeşitli bilgiler vardır. Bunların hemen hepsi Roma İmparatorluğu çağlarında, özellikle Augustos döneminde ortaya çıkmıştır ve hiçbiri tarihi bir gerçek olarak kabul edilemez. Mitolojiye göre, Antik Çağlar'da Tarsus Çayı'na,Kilikya'nın yenli halkı Cydnos adını vermiştir. Cydnos, mitolojide nehir tanrısına verilen isimdir. Azra Erhat, Cydnos için şöyle yazar: "Kilikya'da bugün Tarsus Çayı diye bilinen ırmağın tanrısı. Ana tarafından lapetos'un torunu sayılır. Cydnos'un Parthenios adlı bir oğlu olduğu ve Cydnos Irmağı' nın denize döküldüğü yerde bir kent kurup ona Parthenia demiştir. Burası da bugünkü Tarsus'dur." Mitolojideki Pegasus (kanatlı uçan at) ya da Bellerofontes, Kilikya ovasında yolunu şaşırmış ve Tarsus'un bulunduğu yerde ayağı sakatlanmış olduğundan kente Latince ayak tabanı anlamına gelen Tarsos adı verilmiştir. Diğer bir efsaneye göre kentin kurucusu eski Kilikya Tanrısı Sandonile bir tuttukları Herakles'dir. Herakles'in resimleri MÖ 4. yüzyıla ait Tarsus sikkeleri üzerinde bulunmaktadır. Antik gezgin ve coğrafyacı Strabon, "Coğrafya" kitabında kentin kuruluşuyla ilgili olarak: "Tar-sos'a gelince o, bir ovada uzanır, İo'yu araştırmak üzere Triptolemosla birlikte dolaşan Argoslular tarafından kurulmuştur." şeklinde bir bilgi verir. Bir efsaneye göre, bu kentin kurucusu Perseus'dur. Mitolojinin kahramanlarından biri olan Per-seus,Hitit döneminde Andrasos olarak bilinen bir köyün yerinde Tarsus kentini kurmuştur. Diğer bir efsaneye göre Tarsus, Tarım Tanrıçası Demeter'İn oğlu Triptolemos tarafından kurulmuştur. Antik Çağ'da Tarsus önemli bir tarım merkeziydi ve bu özelliği antik Tarsus sikkelerinde betimlenmiştir. Tarsus Mozaiği, 3. yüzyılda yapılan mozaikteOrfeus'un müziği ile vahşi hayvanları uslandırmasına ait tasvir. antakya müzesi.Tarsus adı ve kentin Kilİkya Kralı Syennessis'in yönetim merkezi olduğu, ilk defa MÖ 401 yılında Ksenephon'un "Anabasis" kitabında belirtilmektedir. MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısından İtibaren Tarsus'a ait sikkeler üzerinde, kentin ismi gerek Aramice ve gerekse Grekçe yazı ile Tarz ve Terzi şekillerinde görülmektedir. Tarsus'un bu şekilde bilinen adına çok daha önceleri Asurkaynaklarında rastlanılmaktadır. Asur kaynaklarında, önce Kilikya'nın merkezi olarak bildirilen Tarsus, Asur Kralı 3.Salmannassar (MÖ 859-825) ve Sanherib'e (MÖ 704-681) ait belgelerde Tarzi şeklinde anlatılmaktadır.

Gözlükule Höyüğü'nde yapılan kazılar, bu yörede ilk yerleşmenin Yeni Taş Çağı dönemiyle başladığı ve Orta Tunç Çağı'na değin kesintisiz sürdüğünü ortaya koymuştur

Bir süre sonra Asur egemenliğinde kalan yöre, daha sonra Persler'in,MÖ 333'te ise Alexander'in (Büyük İskender) yönetimine geçmişti.MÖ 66'da Kilikya bir Roma vilayeti olunca, Tarsus da buranın merkezi durumuna getirilmiştir. Tarsus bu dönemde büyük bir gelişme gösterdi. Tarım ve ticaretin yanı sıra, Cydons'un yatağı taranarak büyük gemilerin bu akarsuda sefer yapmalarının sağlanmasıyla,Doğu Akdeniz, deniz ve karayollarının birleştiği büyük bir ticaret ve kültür merkezi haline geldi. Yine bu dönemde kentin nüfusu 450 bin kişiyi aştığı sanılmaktadır. Uzunca bir süre Tarsus dünyanın en büyük kenti olarak kaldı.

                                                                  Kleoparta Kapısı

Strabon, Tarsus'daki kültür yaşamı hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermektedir. Strabon, birçok filozof,dil bilgini ve şairlerin Tarsus'da yaşadığını,onların kültür hayatına olan etkilerini, her konuda büyük bir gelişme içindeki Tarsus'un bir bilim ve üniversite kenti olduğunu, halkın felsefeye ve diğer bilim dallarına büyük ilgi gösterdiğini ve bunları öğrenmeye istekli olduklarını; Tarsus'un bu konuda İskenderiye veAtina'yı geçtiğini yazmaktadır. Strabon'dan, Tarsus'da eğitim görenlerin yerli halktan olduğunu ve yabancıların nadir olarak geldiğini,eğitimini bitirenlerin bir kısmının yabancı ülkelere giderek orada eğitimlerine devam ettiklerini öğreniyoruz. Ayrıca Tarsus'da stoik filozoflardan AntipatorArhedemosNestorAthenedoros kentleri dolaşarak okul açan Phutiades ve Diogenes, edebiyatçılardan Artemidoros ve Diodoros, Diony-sides'in yaşadığını yazar. Strabon Tarsus hakkında verdiği bilgilerin sonunda Roma kenti, Tarsuslu alimleri iyi ispat edebilir; çünkü, Roma gerek Tarsus'dan gerek İskenderiye'den gelen bu gibi alimlerle dolu olduğunu belirtir. Bu bilgilerden Tarsus'un ticaret kenti özelliği yanında kültür ve üniversiteler kenti de olduğunu ayrıntıları ile öğreniyoruz.
Tarsus'da Antonius döneminde antik bilim adamlarının yazdıkları büyük kitaplar toplanarak, 200.000 ciltlik, dünyada eşi bulunmayan bir kütüphane oluşturulmuştur. Tarsus'daki üniversitede, Atina ve iskenderiye üniversitelerinden daha da ünlü idi. Tarsus'da bulunan yazılı kitabelerde, buranın özgür bir kent olduğu yazılıdır. Tarsus'un özgür kurumlarından, Paulus ve birçok filozoflar faydalanmışlardır. Kozmopolit bir kent olan Tarsus, Roma yasalarına göre yönetilmiştir.

Yunan kaynaklarında, Tarsus'daki tarihi eserler hakkında verilen bilgilerde; krallık sarayları, pazar yerleri, caddeler, köprüler, hamamlar, çeşmeler, haller, akarsu sahilinde gençlere ait gymnaziyum, stadyum ve Paulus Tapınağı anlatılmaktadır.
Xenophon'dan sonraki antik yazarlar,Cydnos akarsuyunun kentin ortasından geçtiğini yazmaktadırlar. Strabon,Cydnos'un gymnaziyumun yanından geçtiğini, ilk önce Regma denilen bir göle döküldüğünü, burasının Tarsus'un limanı olduğunu ve orada gemi tezgahları ile ticarethanelerin bulunduğunü yazar. Günümüzde de liman etrafında ve liman ile Tarsus arasındaki alanda yerleşim olduğunu ispat edecek izler vardır. Cydnos'dan Tarsus'a kadar gemilerin gelebilmesinin mümkün olduğu birçok yazar tarafından belirtilmekle ve antik Tarihçi Plutarkhos,Kleopatra'nın M.Antonius'u filosu ile birlikte Tarsus'da ziyaret ettiğini yazar.

Tarsus, Orta Çağ'da birçok Arap ve İslam bilgininin ilgi konusu olmuştur. Bunlar, Tarsus'un büyük ve güzel bir kent olduğunu, iç içe iki suru olup, surların beş kapısı ve etrafında hendekleri bulunduğunu yazmaktadırlar.
Arap coğrafyacılar İbn-i Havkal (943), İstahri (951), Idrisî (12. yüzyıl) ve Ebü'l Fida (1273-1331) ile İranlıCoğrafyacı Ibn Hurdazbİh (820-912), Süryani tarihçi, filozof Abü'l-Farac Ibn-ü'I Ibri (1226-1286) yöreyi ve Tarsus'u ziyaret etmişlerdir. Bunlardan Coğrafyacı Ibn-ü'l Fakih'in eserinde "Ebu Süleyman Ferec'in 788 yılında, 5 kapısı ve 87 burcu olan Tarsus kentini ve surlarını onardığını" yazması, Müslüman Araplar'ın kente verdikleri önemin bir örneğidir.
Abbasi halifesi Memun 20 yıl tek halife olarak hüküm sürdükten sonra Tarsus'da 48 yaşındayken 9 Ağustos 833'de ölmüşdür. Sıcak bir yaz gününde Tarsus'da bir dere kenarında kardeşi Ebu İshak'la birlikte otururken oraya gelen bir hayvan yükünden aldığı hurmayı yemesinden sonra çok ateşlenip hastalandıktan sonra öldüğü bildirilir. İlk Abbası halifelerinin mezar yerleri saklanmakla beraber, Memun'un Tarsus'da gömüldüğü çok muhtemeldir.[2]
Ünlü Osmanlı Kaptanı, coğrafyacı ve haritacı Piri Reis'in yazdığı "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinin 4. cildinde Tarsus'la ilgili bilgiler bulunmaktadır. "...Tarsus deniz kenarından üç mil kadar içerde ova üzerinde kurulmuş bir kasabadır. Önünden Tarsus Çayı akar. Burada bulunan gölün (Rehg-rna=Aynaz) içine sandallar girerek 6 kulaç suda demir atarlar."
1671 yılında Tarsus'a gelen Evliya Çelebi, Tarsus hakkında şu bilgileri vermektedir:"... Tarsus kalesi bir düzlük üzerinde, denizden bir saat uzaklıkta, daire biçiminde olup Halife Memun yapısıdır. Çevresi 500 adım, iki kat sağlam bir kaledir. Tümüyle hendekle çevrilidir. Kalenin içinde üstü toprak damlı evlerle dolu üç mahalle vardır. Kalenin üç kapısı (batıda iskele, doğuda Adana, kuzeyde Bağ kapıları) vardır. Mevcut 15 cami içinde Eski Cami hicretten 300 yıl önce yapılmış, kiliseden bozma bir yapı idi. Geriboz kapısının iki yanında arslan, kaplan ve ejderha suretleri vardır ki, insan görünce korkar. Avının üstüne konmuş bir doğan sureti vardır ki sanki canlıdır. Bu garip acayip eserlerin tümü mermer taşından yapılmıştır. Yine bu kapının iki yanında beyaz mermer kitabeler içinde renk renk kufi yazı ile Arapça ve Süryanice yazılmış görmeye değer yazılar vardır ki, insan hayran kalır. Tarsus'da ayrıca 5 kilise, 6 medrese, 7 Hıristiyan sıbyan mektebi, 2 hamam, 2 han ve 317 dükkân vardır, İbrahim Halife Camii'ne bitişik 80 dükkân kagir bina kentin bedestenidir. Tüm sokakları kaldırımlıdır. Çünkü, temiz kumlu yollar olduğundan asla çamur olmaz. Tatlı limonu ((lime)), turuncuzeytiniincirinarhurma ve servileri, şeker kamışı, pamuğu meşhurdur. Verimli sahradır, âlâ camus yeridir. Bu kale içinden Bulgar Akarsuyu geçip Akdeniz'e karışır. Bu kentin suyu ve havası ağır olduğundan, bahardan sonra kentte bir tek kişi kalmayıp Bulgar yaylasına çıkarlar. Bu kalenin kuzey tarafında küçük bir iç kaleciği vardır. Gayet mamurdur. Her tarafı hendektir. Etrafı 500 adımdır. Yedi kuledir. Dizdarı ve neferleri yaylaya gidemediklerinden renkleri sarıdır. Halkı Rum, Gürcü, Ermeni ve Türkmen'dir. Arap fellahları da vardır. Minareleri Arabistan tarzındadır."
Haçlı Seferleri ardından yörede kurulan Kilikya Ermeni Krallığı'nın egemenliğine, Memlükler'in vasalıRamazanoğulları Türkmen Beyliği 1359'da son verdi. Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi ardından 1517'de Osmanlı egemenliğine giren Tarsus, önce Kıbrıs Eyaleti'ne, daha sonra da Adana Eyaleti'ne bağlı bir sancak merkezi oldu.

Kaynak:Regional Statistics Database. Turkish Statistical Institute. 2002. Retrieved 2013-03-05.

18 Nisan 2012 Çarşamba

İspanya Donanması'nın Tarihi Değiştiren Hatası [1588]

"En koyu Katolik kral" olarak bilinen İspanya kralı II. Philip'in İngiltere'yi işgal etmek için bir donanma oluşturmasının son derece mantıklı nedenleri vardı. İngiltere bir Protestan ülkesiydi ve Henry'ye papa tarafından "İnancın Savunucusu" unvanı verilmişti. Politik açıdan İngiltere kolonileşmede ve ticarette bilinen İspanyol üstünlüğüne karşı gelişen tehdit edici bir güç haline geliyordu.

Daha yeni İspanya, İspanyol Hollandasındaki ayaklanmaları bastırmaya çalışırken İngiltere ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Ayrıca başta Sir Francis Drake olmak üzere İngiliz korsanlar oldukça rahatsızlık verici bir hale gelmişlerdi. Drake, Panama'daki önemli bir İspanyol kolonisini yağmalamakla kalmamış, başka İngiliz korsanlarla birlikte İspanyol hükümetinin bütçesinin büyük bir bölümünü oluşturan altın ve platini taşıyan filodaki birkaç gemiyi ele geçirmişlerdi.

İşgal planı basitti. Medina-Sidonia Dükü bir donanma kurmak için denizci toplayıp gemiler inşa ettirdi. Kırk savaş gemisi ve çok sayıda yemek ve su taşıyan nakliye gemisi yapıldı. Savaş gemileri yüksek kuleliydi ve düzinelerce kısa mesafeli ama güçlü topla donatılmıştı. Filonun asker mevcudu ise on dokuz bindi.

Bu büyük güç İspanyol Hollandasındaki savaşta İspanyol ordularının başındaki Parma Dükü yönetimindeki daha büyük bir orduyla buluşacaktı. Donanmanın esas amacı bu orduyu gemilere alıp sonra da İngiltere'ye çıkarma yapmaktı. Eğer bu başarılırsa İngiltere'nin fethi işten bile değildi.

İspanyol piyade birlikleri Avrupa'nın en iyi eğitilmiş ve etkili askeri gücüydü. Kılıç ve mızrak kullanımındaki becerileriyle tüm rakiplerini alt edebiliyorlardı. Sadece İsviçreli savaşçılar onlarla baş edebilirdi ve İngiltere ile İsviçre'nin müttefik olmaması büyük şanstı. Askerler kıyıya çıktıktan sonra İngiliz ordusunun fazla dayanamayacağı açıktı. Bu da İngiltere'nin hayatta kalabilmek için saldırıyı denizde, yani Manş Denizi'nde karşılaması gerektiği anlamına geliyordu.

İspanyol donanmasını karşılamak için İngilizler çok daha büyük bir donanma inşa ettiler. Güney Umanlarında aşağı yukarı yüz altmış gemi vardı. Ama bunlar İspanyol gemilerinden çok farklıydı. Daha küçük ve daha ince gövdeliydiler. İngiliz gemileri hız ve manevra kabiliyeti düşünülerek yapılmıştı.

İspanyol gemilerinde ise güç ve atış önemliydi. İngiliz gemilerindeki silahlar da farklıydı. İngiliz topları uzun namlulu ve İspanyol toplarından daha küçük kalibreliydi. Daha uzun olmaları top mermisini daha uzun mesafeye atabilmeleri anlamına geliyordu ama bu mermiler kısa menzilli İspanyol toplarının mermilerinin yarısı kadardı.

Yani İngilizler, İspanyolların menzili dışından onları vurabilecek ancak mermilerinin küçüklüğü nedeniyle kalın keresteden yapılmış İspanyol gemilerine fazla zarar veremeyeceklerdi. Küçük İngiliz gemileri zarar verebilecek kadar yakına geldiklerinde ise İspanyol toplarının menzili içine girmiş olacaklardı. Bir İngiliz gemisi İspanyol toplarından çıkan bir mermiyle bile batardı. Bu nedenle İngiltere'yi bu toplarla savunmak tartışılamazdı bile.

İspanyol gemilerine Kanal'dan geçerlerken yanaşıp çıkmak da bir seçenek değildi. Çünkü herhangi bir İspanyol gemisine yaklaşacak bir İngiliz gemisi hemen öteki İspanyol gemileri tarafından alt edilirdi. İspanyol gemileri birbirine çok yakın ilerliyorlardı. İngilizler İspanyolları saatlerce devamlı ancak etkisiz bir ateş altında tuttularsa da İngilizlerin Charles Howard tarafından kumanda edilen uzun menzilli atışları İspanyol donanmasının dizilişini bozamadı. Ayrıca büyüklükle ilgili bir sorun da vardı. İspanyol gemileri, İngiliz savaş gemilerinden daha yüksekti ve içlerinde savaşa hazır on dokuz bin asker vardı.

İngilizler İspanyol donanmasını Hollanda'ya doğru ilerleyip Parma'nın ordusuyla buluşmaktan alıkoyamadı. İspanya'nın kaybı çok küçüktü. Zaten o anda İngiliz donanmasını yenmeleri gerekmiyordu. Parma'nın ordusunu İngiltere'de karaya çıkarmak bir İspanyol zaferinin garantisi olacaktı. İşler yolunda gidiyordu ve Medina-Sidonia Dükü de bu planın başarılı olacağına inanıyordu. Ancak bu inanç donanma Hollanda'ya ulaştığında ve Parma'nın askerlerinin gemilere çıkmak için hazır olmadıklarını gördüğünde kayboldu. Zamanlama uymamıştı. Parma'nın kumanda ettiği binlerce askerin onları bekleyen gemilere binmesi birkaç gün alacaktı.

Yaklaşan sert havadan korkan İspanyol donanması Calais limanı yakınlarında kıyıya demirledi. Donanma yaklaşmaya cesaret edebilecek İngiliz gemilerini püskürtmeye hazır bir şekilde yerleşti. Bu gecikme İngilizlere dönemin klasik silahı olan ateş gemileri hazırlama fırsatı verdi.

Donanmanın demir atmasından bir gün sonra, 7 Ağustos 1588'de sekiz ateş gemisi İspanyol donanmasına süzülmek üzere yola çıktı. Ateş gemileri, ateşe verilmiş sıradan gemiler değildi. Gemilerin ahşabı ve yelken bezleri ne kadar kolay yanan maddeler olsa da, o dönemde İngilizlerin kullandığı ateş gemileri baştan aşağı zift, katran ve başka yanıcı maddelerden yapılıyordu. Ayrıca içinde bu maddelerden olan variller güvertede kırılarak bırakılıyor ve ateş yakıldıktan sonra gemilerin söndürülmesi imkansız hale geliyordu. Düşmanların ateş gemilerini çekmemeleri için de ateşler içindeki gemilere toplar yerleştiriliyordu. Gemiciler bu ateş gemilerinin mürettebatı arasında olmaktan tabii ki hoşlanmıyorlardı.

Ateş gemisiyle yapılan saldırıda yelkenleri geminin hedefe doğru gitmesi için rüzgara göre sabitlenirdi. Sonra mürettebat gemiyi ateşe verir ve küçük teknelerle gemiyi terk ederdi. Bazen rüzgar ateşi söndürse de şans bu kez İngilizlerden yanaydı.

Sekiz ateş gemisi sıkı sıkıya kilitlenmiş İspanyol donanmasına ulaştığında panik baş gösterdi. Ateşten sadece birkaç geminin zarar görmesine rağmen İngilizleri uzak tutan o disiplinli düzen bozuluverdi. Gemiler kanala gelişi güzel yayıldı ve birkaç küçük İngiliz savaş gemisi İspanyol gemilerini tek tek sardı. Böyle bir karışıklıkta hız ve manevra kabiliyeti yüksek İngiliz gemilerinin büyük avantajı vardı. Gece çöktüğünde bir düzineden fazla büyük savaş gemisi imha edilmiş ve İspanyol donanmasının gemileri geniş bir alana dağılmıştı.

Hala yüzden fazla İspanyol gemisi vardı ve bu gemilerin barut ve mermileri azalmış olsa da İngilizlere güçleri yeterdi. Bu arada İspanyollar bilmiyordu ama İngilizlerin barut ve mermileri kalmamıştı. Sonuç olarak İngilizler geri çekilmek zorunda kaldıklarında İspanyol donanmasının geri kalanı tekrar bir araya gelmeyi başardı.

Şimdi, bu hikayenin burada yer almasının nedenine gelelim. Medina-Sidonia Dükü bir denizci değildi ama gerçekten zorlu bir durumla karşılaşmıştı. Donanmanın gücü yerindeydi ancak barut ve cephane azlığı İngilizlerle tekrar karşılaşmalarını zorlaştırıyordu. O civardaki tek büyük limandan çıkarılmışlardı ve hava bozuyordu. Kayalık kıyılarıyla Manş Denizi fırtınadan saklanılacak bir yer değildi. Ayrıca artık Parma Dükünün ordusunu karaya çıkarma umudu kalmamıştı.

En iyi karar, açıkça görülüyor ki, İspanya'ya geri dönmek üzere yelken açmak olurdu. Kışın daha çok gemi inşa edebilir ve baharda tekrar deneyebilirlerdi. Ne yazık ki, İngiliz donanması hala kanalda İspanyolların biraz aşağısında bekliyordu. Onların da kaybı vardı ve Dük tüm cephanelerini bitirdiklerini bilmiyordu. Böylece yapılacak en iyi şeyin kuzeye yelken açıp İngiltere ve İrlanda'yı dolaşarak güvenli bir şekilde eve dönmek olduğuna karar verdi.

İspanyolların kararı bazı karışıklıklara yol açtı. Gemiler denizci ve asker doluydu. Kısa süre içinde yiyecek sıkıntısı başladı. Yelken açtıkları sular İspanyol kaptanlar için yabancıydı. Bilmedikleri balık sürülerine karşı kıyıdan uzak, açıkta seyretmek zorunda kalıyorlardı. Vahşi Kuzey Denizi sakin Akdeniz suları için yapılmış yüksek İspanyol gemileri için uygun bir yer değildi.

İberya'nın ılık havasına alışkın adamlar donarak ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Bu sorunların tümünün de Ötesinde, çıkan ve iki hafta süren fırtına İngiliz donanmasının yapamadığını başardı. İspanyol donanmasının gemilerinden yarısından fazlası kayalık İskoçya ve İrlanda kıyılarına sürüklendi. Gemilere bir şey olmadıysa da yüzlerce asker ve denizci öldü.

Donanmadan geri kalanlar İspanya'ya döndüğünde Avrupa'nın en büyük gücü olan İspanya'nın çöküşünün başladığı henüz daha fark edilmemişti. İngiltere artık gemilerinin ülkeyi İspanyol donanmasına karşı koruyabileceğini bilerek daha saldırgan ve kendinden emin hale gelecekti. II. Philip ise bir donanma kurmak için Yeni Dünya'dan, Amerika'dan çaldığı paraları çarçur edecekti.

İki yüzyıl sonra İngiltere, üzerinde güneş batmayan "Büyük Britanya İmparatorluğu" olurken İspanya ise Avrupa'da önemsiz bir devlet olacaktı.

Donanma güneye doğru ilerlese ve İngilizlerin ateşsiz kalmış gemileriyle karşılaşsa İngilizler pek bir şey yapamayacaklardı ve işgal tehdidi etkili olmaya devam edecekti. Ancak İspanyol Düküne kuzeye yelken açmak iyi bir fikir gibi gelmişti. Bu fiyasko tarihin akışını değiştirdi

Kaynak:tarihci1071

26 Kasım 2011 Cumartesi

Josip Broz Tito

Josip Broz Tito, (d. 7 Mayıs 1892, Hırvatistan-Kumrovec - ö. 4 Mayıs 1980 Slovenya-Ljubljana) Yugoslav devlet ve siyaset adamı. On beş çocuklu fakir bir köylü ailesinin yedinci çocuğudur. Babası Hırvat, annesi Sloven’dir.

On üç yaşlarındayken Sisak kasabasına yerleşti. Burada çilingir çırağı olarak çalışmaya başladı. Gençlik yıllarında Trieste,Avusturya, Bohemya ve Almanya'da metal işçiliği yaptı. Çalıştığı yerlerde sendika faaliyetlerine katılarak aktif görevler aldı veHırvatistan Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi.

Zagreb'deki 25. Alay'da askerlik hizmetini yapmak üzere silah altına alındı. Bu sırada I. Dünya Savaşı başladı. Ağustos 1914'te askeri birliğiyle birlikte Sırbistan'a gönderildi. Bu savaşa karşı olduğunu söyleyerek propaganda yapmaya başladı. Suçlu görülerek Petrovaradin’de (Petervaradin) tutuklanarak hapse atıldı. Ocak 1915'te serbest bırakılarak, Karpat cephesinde tekrar savaşa katıldı ve bazı yararlıklar gösterdiği için cesaret madalyası verildi. Bukovina Cephesinde çarpışırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır bir şekilde yaralandı. Rus ordusuna esir düştü.

Bolşeviklerin safında 1917-1920 devrime ve iç savaşlarına katıldı. 1920'de bir Rus kadınıyla evlenmiş olarak Yugoslavya'ya geri döndü.

Yugoslavya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı.

Komünist Partisine bağlı olarak yürüttüğü siyasi faaliyetlerinden dolayı birçok kere tutuklandı. Özellikle 1928'deki soruşturmasının neticesinde altı yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1934'te hapisten çıktı. Moskova, Paris, Prag ve Viyana'ya görevli olarak gitti.


II. Dünya Savaşı


1936'da Paris'te enternasyonal tugayların İspanya'ya geçişini organize etti. Bu çalışmalarından dolayı Yugoslavya Komünist Partisi genel sekreterliğine getirildi. Tekrar Yugoslavya'ya döndü (1937). Bu sırada II. Dünya Savaşı çıktı. Uzice'de bir kurtuluş savaşı komitesi kurdu. İşgal kuvvetlerine ve onlarla işbirliği yapan Ustaşalara karşı gerilla savaşına başladı. Çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken, sık sık "Tİ-TO, Tİ-TO" (Sen bunu, Sen Bunu... yap!) dediği için arkadaşları kendisine esas ismi olan Josip Broz'un yanına Tito lakabını eklediler. Her yerde bu lakapla meşhur oldu.


Tito, Yugoslavya'nın bir federasyon biçiminde teşkilatlanmasını savundu ve fikri zamanın devlet adamı Churchill tarafından desteklendi. Rakibi olan Mihailovic'i saf dışı bıraktı.Partizanlardan meydana gelen bir ordu kurarak devrim hükümetinin başına geçti.

Alman Nazi birliklerinin, 1941'de Yugoslavya'ya girmesi, çok milliyetli insan gruplarından meydana gelen ülkenin parçalanmasına yol açtı. Daha sonra Nazi Almanya’sının Rusya'ya (SSCB) saldırması üzerine,


Yugoslavya Komünistleri de Tito başta olmak üzere bir direniş hareketini teşkilatlandırmaya başladı. Tito, Yugoslavya halkını birlik, beraberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yapan bir bildiriyle ayaklandırdı. Ayaklanmanın hızla yayılması sonucu Yugoslavya'nın yarısı bağımsızlığa kavuştu. Tito ve kendisine bağlı Partizanlar grubu bir anda Yugoslavya'da herkes tarafından tanındı. Almanların yoğun baskılarına rağmen, Partizan grubunun hareket ve fikirleri benimsendi. Tito hareket ve kabiliyetleri yüksek, vatanları için gözlerini kırpmadan canlarını verebilecek işçilerden meydana gelen, gerilla tugayları kurdu. Hitler 1943'te Partizan hareketlerinin bu şekilde kuvvetlenmesi üzerine Neretva ve Sutjeska'ya saldırıda bulundu. Tito taraftarı Partizanların bu saldırıda 6000'in üzerinde kayıpları olmasına rağmen, Alman kuşatmasına karşı koyarak geri püskürttüler.



Yugoslavya'nın Kuruluşu


Tam bu sırada (

1943), İtalya Almanya'ya teslim oldu. Partizan grubunu komuta eden Tito ise SSCB ve diğer büyük devletlere haber vermeden gizlice Partizan parlamentosunu (Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi) topladı. Bir geçici devrim hükümeti kurdu. Yugoslavya'nın eşit halklardan meydana gelen federal bir topluluk olduğunu ilan etti. Bu çalışmalarından dolayı Tito'ya 1943'te Yugoslavya Mareşalliği, daha sonra Hükümet Başkanlığı ve Başkomutanlığı da verildi (7 Mart 1945). Aynı yıl seçimlere gidildi. Tito'nun partisi olan Halk Cephesi seçimlerde galip çıktı. Seçimlerden hemen sonra resmen Yugoslavya Federal Cumhuriyetini kurarak ülkedeki monarşi (krallık) yönetimine son verdi.

Diğer Ülkelerle İlişkiler

Tito; komşu devletlerde baş gösteren halk demokrasisi diye adlandırılan


ayaklanmaları desteklemesi; Atina hükümetine karşı Yunan komünistlerine her konuda yardım etmesi, Yugoslavya'da açıkça sosyalist bir rejim uygulaması üzerine batı, Tito'dan desteğini çekti. Bu sırada Yugoslavya'yı kendi yönetim ve denetimi altına almak isteyen Stalin ile Tito'nun arası açıldı. Tito'nun, Yugoslavya'nın bağımsız bir devlet olarak kalmasını istemesi bu anlaşmazlığın başlıca sebebiydi. Stalin 1953 yılında ölünce, SSCB idarecileri, Tito'ya yeni bir yaklaşımda bulundular. 2 Haziran 1955'te Sovyet Başkanı Kruşçev, Belgrad'ı ziyaret etti ve Stalin'in politikasını resmen kınadı.

Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi. Bu siyasetiyle Sovyet Rusya'ya, batı devletlerine ve ABD'ye yaklaşmayı becerdi. Hatta iktisadi, askeri ve mali yardımlar sağladı.

13 Ocak 1953'te Yugoslavya Devlet Başkanı seçildi. Yugoslavya'yı Sosyalist Federal Cumhuriyet hâline getirdi. 1968'de Rusya'nın

Çekoslovakya işgalini kınadı. 1962-70 yılları arasında sık sık Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya geziler yaparak Bağlantısızlar hareketini güçlendirdi. 25 Üçüncü Dünya Ülkesinin bir araya gelip Bağlantısızlar Konferansı düzenlenmesini sağladı. Bunların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) nüfuzundan kurtarılmasını başardı.

1970 yıllarında Yugoslavya'nın bölgesel savunma sistemini kurmasını savundu. 1974'te kollektif başkanlık sistemiyle aynı görüşü resmen kabul edildi. Aynı yıl (1974) ömür boyu devlet başkanlığına getirildi.

Tito, 1980 yılında ölünce yerine 1974'te anayasayla kurulan kollektif başkanlık idaresi geldi. 1989'da Doğu Blokunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya'ya da sıçradı. 1990'da Yugoslavya'da çok partili düzene geçildi.

Naaşı Belgrad'da bir anıt mezarda gömülüdür.

Tito Türkiye'de:


Vimeo-Wiki

26 Haziran 2011 Pazar

Josef Stalin










Josef Stalin, Gürcü asıllı Sovyetler Birliği devlet adamı, Sovyet Mareşali, 1922'den, 1953 yılındaki ölümüne kadar 31 sene boyunca Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri. Lenin'in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği'nin lideri konumuna gelmiştir.


Gori’de dünyaya geldi. 7 yaşında çiçek hastalığına yakalandı ve bu hastalık yüzünde kalıcı izler bıraktı. 10 yaşında rahip okuluna devam etti. Burada Gürcü çocuklar Rusça eğitim alırlardı. 12 yaşına geldiğinde geçirdiği iki at arabası kazası sonucu sol kolu sakatlanacak ve hayatı boyunca tam iyileşmeyecekti. 16 yaşında Gürcü Ortodoks Rahip Okuluna gitmeye hak kazansa da, burada otoriteye karşı başkaldırıp huzursuzluk çıkardığı için 1899 yılında atılır.



Bu dönemde Stalin, Lenin’in eserleriyle tanışır ve marksist bir devrimci olmaya karar verir. Tiflis'deki RSDİP örgütüne katıldı ve 1901 yılında Tiflis'de Çarlık askerleri tarafından bastırılan 1 Mayıs gösterilerini örgütledi. Buradan Batum'a geçer ve petrol işçileri arasında örgütlenir. Mart 1902'de petrol işçilerinin grevini örgütler.1903 yılında Bolşeviklere katılır. Ohranka tarafından sürekli izlense de profesyonel devrimci olarak illegal parti faaliyetlerine başlar. Kafkaslar’daki önde gelen Bolşevik liderlerden birisi olur. Bu dönemde propaganda, grev örgütleme, banka soygunu gibi alanlarda faaliyet gösterir.



1905 ve sonrası



1905 Devrimi sırasında Tiflis'dedir. Aralık ayında önce Sankt Petersburg'da yapılması planlanan ancak sonradan Finlandiya'ya alınan Bolşevik Konferansına delege seçilir ve 24 Aralık 1905 günü Tampere'de yapılan toplantıya katılır. Burada hep yazılarından tanıdığı Lenin ile ilk kez tanışma fırsatı bulur. Tiflis'e döndüğünde Çarlık askerlerinin ve Karayüzlerin devrimi bastırdığını ve katliamlara başladığını görür. Tiflis'i kana bulayan Çarlık Ordusu komutanı General Fyodor Griiazanov'a düzenlenen başarılı suikast saldırısında yer alır. 1906 yılı Nisan ayında Stockholm'de yapılan 4. Kongreye katılır. Burada sonradan birlikte çalışacağı Kliment Voroşilov , Feliks Dzerjinski, Grigori Zinoviev, Aleksey İvanoviç Rikov ile tanışır ve eski dostları Mihail Kalinin ve Stepan Şaumyan ile yeniden buluşur.15-16 Temmuz 1906 akşamı. Ekaterina Svanidze ile evlenir. Bu evlilikten ilk oğlu Yakov dünyaya gelir. Bolşevik Parti banka soygunlarını yasakladığı için geçici bir süre partiden resmen istifa eder, bir banka soygunu düzenler ve Bakü’ye kaçar. Eşi Ekaterina Bakü’de tifüsten dolayı ölür. Bakü’de yeraltı faaliyetlerini sürdüren Stalin Çarlık taraftarlarına karşı örgütlenmeyi hızlandırır. 27 Nisan (10 Mayıs) 1907 günü Stepan Şaumyan ile birlikte İngiltere'ye geçerek 5. Kongreye gözlemci delege olarak katılır.Bu dönemde hastalanan eşi Kato 22 Kasım 1907 günü Bakü'de ölür. Eşinin çok genç yaşta ölümü Stalin'i çok derinden etkileyecektir.


















Stalin Bakü'de bulunduğu dönemde Müslüman işçiler arasında örgütlenme faaliyeti gösterir. Parti içindeki işçiler tarafından sevilmekteyse de partili aydınlar tarafından davranışları beğenilmez. Bakü'de Çarlık yanlısı Karayüzler örgütü ile mücadele eder, Bolşevikler için zengin petrol maden sahiplerinden zorla para toplar.Bu yıllarda Kafkasya'daki parti tabanında Lenin'den sonra en etkili kişi olduğu belirtilir.Kafkaslardan sonra ilk kez 1911 yılında Bolşeviklerin büyük örgütlerinin bulunduğu Moskova veya Sankt Petersburg'a gitmek istediğini belirtir. Bunun üzerine 1911 Eylül ayında Sankt Petersburg örgütüne katılır.Ocak 1912'de yapılan ve Bolşeviklerin ayrı bir parti olduklarını açıkladıkları ilk toplantı olan Prag Parti Konferansına delege olmasına rağmen katılamasa da ilk kez Merkez Komitesine seçilir. Bu dönemde yine Merkez Komitesinde bulunan ve aynı zamanda Bolşevik Duma vekili olan Ohranka ajanı Roman Malinovski sayesinde Çarlık rejimi tüm Bolşevik liderleri yakalamayı başarır. Nisan 1912’de Sankt Petersburg’da Pravda’yı çıkartmaya başlar. Artık yazılarında ve parti içinde Rusça çelik anlamına gelen Stalin mahlasını kullanmaktadır. Temmuz ayında yakalansa da kısa sürede sürgün edildiği Sibirya'daki Narym kasabasından kaçar.



Bu dönemde Bolşevikler ile Menşevikler arasında birlik sağlanmasını savunur ve bugünkü Polonya sınırları içinde bulunan Kraków'da bulunan Lenin tarafından çağrılır. Lenin kesinlikle Bolşeviklerin ayrı bir siyasi hatta kalmasını savunmaktadır ve Rusya'da bulunan Merkez Komitesi üyelerinden Stalin'i bu görüşe ikna etmeye çalışır. Stalin Kraków'da bulunduğu bu dönemde Viyana'daki Bolşeviklerin yanına gidecektir.Burada Mart 1913'de yayınlanacak ünlü eseri Marksizm ve Ulusal Sorunu yazacaktır.




Şubat 1913'de Sankt Petersburg'a döner. Malinovski tarafından burada tuzağa düşürülür ve 4 yıl sürecek son sürgününe Kuzey Kutup dairesindeki Turhansk bölgesi küçük Kureika köyüne gönderilir.1916 yılının Aralık ayında I. Dünya Savaşından zor durumdaki Çarlık rejimi tarafından orduya alınmak üzere diğer siyasi sürgünlerle beraber çağrılır. Şubat 1917'de Yenisey Irmağı kıyısındaki Krasnoyarsk'a ulaşır ancak çocukluğundan beri sakat olan sol kolu nedeniyle askere alınmaz. Şubat Devriminin patlak vermesiyle beraber özgür kalır ve 12 Mart günü Sankt Petersburg'a varır.




1917 Şubat Devriminin ardından sürgünde beraber bulunduğu Lev Kamenev, Matvei Muranov ile birlikte Petrograd'a döndü. Bu dönemde Bolşevikler Şubat Devrimi hazırlıksız yakalanırlar. Lenin dahil olmak üzere önde gelen tüm liderler yurtdışı veya yurt içinde sürgündedir. İkincil derecedeki önderlerden Vyaçeslav Molotov ve Aleksandr Şlyapnikov yönetimi ele alacak ve Bolşevik yayın organı Pravda'da Geçici Hükümeti şiddetle eleştiriyordu. Stalin, Kamenev ve Muranov şehre gelir gelmez Pravda'nın başına geçer ve Geçici Hükümet ile ılımlı bir siyaset izlemeye başlar. Ayrıca Menşeviklerle birlik yapılmasını önerirler. Sürgünde bulunduğu İsviçre'den durumu izleyen Lenin bu siyasi hatta karşı çıkmakta ama duruma müdahale edememektedir. Ülkeye acilen dönmek isteyen ancak sürmekte olan savaş yüzünden İsviçre'den dışarı çıkamayan Lenin İsviçreli komünist Fritz Platten'in aracılığıyla Alman İmparatorluğu ile görüşmelere başlar. Sonunda anlaşma sağlanır ve Mühürlü Tren olarak adlandırılan yolculukla Lenin ve Rus sürgünler Nisan ayı başında Petrograd'a gelirler. Lenin gelir gelmez Pravda'da izlenen hattı şiddetle reddedecek ve Nisan Tezleri olarak bilinen kararlarını ilan edecektir. Buna göre parti Geçici Hükümete destek vermeyecek, tersine iktidarın sovyetlere verilmesi için örgütlenecektir. Temmuz Günleri olarak bilinen tabandaki işçi ve asker ayaklanmasından sonra Bolşevikler Geçici Hükümet tarafından kovuşturmaya uğrayacaktır. Stalin bu dönemde toplanan 6. Kongresinde Lenin'in Geçici Hükümet tarafından aranması üzerine teklif edilen ve Lenin'in teslim olmasını içeren görüşlere şiddetle karşı çıkar. Kovuşturmaya uğrayan Bolşeviklerin toparlanmasını ve Lenin'in gizli bir şekilde saklanmasını sağlar. Bu dönemde Lenin Finlandiya'da yeraltında olduğundan Sverdlov'la birlikte partinin yönetimini üstlendi. Kornilov Olayının bastırılmasından sonra popülerliği olağanüstü derecede artan Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alır. Petrograd'da toplanmakta olan 2. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresine iktidar verilir. Bolşeviklerin ve müttefikleri Sol SR'ların çoğunlukta olduğu kongre Lenin'in başkanlığındaki ilk Sovyet hükümeti olan Sovnarkomu oluşturur. Stalin de bu kabinede Milliyetler Halk Komiseri olarak yeralır.



1930lu Yıllar



Sovyetler Birliğinin ilk önder kadrosu tarihteki ilk işçi sınıfı devletinin istikamet yönünü tayin ederken daha önce tarihte benzer bir örnek olmamasının her türlü sıkıntısını çekmiştir. Lenin'in ölümünden sonra 1930'lu yıllara kadar süren derin tartışmalar, yargılamalar ve verilen idam cezaları aslında farklı istikamet tayin etmek isteyen Bolşevikler arasında gelişen siyasal ve ideolojik kavgalardır. Bu dönemde NEP siyasetinden çıkılması eleştiri konusu olacak, sanayileşme ve kolektivizasyona karşı çıkılacaktır. Savaş Komünizminden NEP'e geçişi eleştiren Troçki, NEP siyasetine son verilmesine karşı çıkan Buharin, önce Troçki ile daha sonra Stalin'e karşı parti içinde muhalefet eden Zinoviev ve Kamenev süreç içinde tasfiye edileceklerdir. II. Dünya Savaşı yıllarında Troçki 20 Ağustos 1940 tarihinde, Stalin'nin talimatıyla Sovyet Gizli Polisi GPU tarafindan düzenlenen bir suikast sonucu Meksika'da öldürülmüştür. Komünist Parti içinde "sağ veya sol sapmayla" suçlanan eski liderlerin tamamı ise 1930'lu yıllarda mahkûm olacak, Stalin tarafından idam ettirileceklerdir. Özellikle eski Bolşeviklerin yargılanması ve cezalandırılması ilginçtir. Moskova'da 1936-1938 yılları arasında yapılan duruşmalarda Bolşevik Partinin eski önderlerine zorla akıl almaz suçlamalar yapılmış, kendilerini emperyalist devletlerin ajanları olarak ifşa etmeye zorlanmışlardır. Büyük Temizlik terör adıyla toplumda geniş yankı bulan tasfiye hareketi sonucunda, özellikle partide Stalin ve ekibi (Molotov, Voroşilov, Kaganoviç, Beria) hakimiyetlerini kurmuşlardır. Bu sayede planlanan sanayi hamlesine hız verilmiş, büyük topraklar binlerce yoksul köylünün ve çiftlik hayvanının gereksiz yere hayatını kaybetmesi pahasına zorla kollektifleştirmiştir. Küçük üreticiler ve ve köylüler kooperatifler içinde örgütlenmiştir.



1941-45 Büyük Vatanseverlik Savaşı



II. Dünya Savaşı sırasında parti liderliği, hükümet başkanlığı ve Sovyet orduları başkomutanlığı görevlerini bir arada yürüttü. 1939'da Hitler'in Nazi Almanyası'yla Molotov-Ribbentrop paktı diye de bilinen bir saldırmazlık anlaşmasını imzaladı. Bu sayede faşizmin ordularına karşı savaş hazırlığı yapmak için vakit kazanmış oldu. Bu anlaşma müzakereleri sırasında, Stalin, Hitler'den, Polonya'nın doğusunun, -ki bu topraklar Rus Devrimi sırasında, devrimi doğduğu gün boğmak isteyen Polonya hükümeti tarafından işgal edilmişti- Finlandiya'nın güneyinın, Estonya, Letonya ve Litvanya'nın Nazi ordularının güzergahları dışında bırakılmasında diretti ve bu bölgelerin Sovyet nüfuz alanında olduğunu belirtti. Bu sayede diplomatik bir manevrayla Baltık Denizi'nden Karadeniz'e kadar Naziler'in -eğer yapmış oldukları anlaşmayı ihlal etmeselerdi- asla yaramayacağı tampon bölgeler oluşturdu. Bu büyük bir diplomatik başarıydı. Savaş sırasında Stalin'in Türkiye'den de toprak talepleri olduğu iddiası savaşın çeşitli taraflarınca Türk-Sovyet ilişkilerini germek amacıyla pek çok kereler farklı amaçlarla dillendirildi. Bu propagandanın savaş sonrası dönemde ABD'nin Türkiye'deki nüfuzunu arttırmasında ve Türkiye'nin NATO'ya üye yapılmasındaki etkisi büyüktür.



Bu tartışmalı tarihsel dönemle ilgili olarak, Stalin'e düşman veya Stalin'den yana olan her iki tarafın da farklı tezleri vardır. Stalin karşıtlarının tezlerine göre, Hitler'le aralarındaki açıklanmayan gizli protokole bağlı olarak Finlandiya, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Polonya'nin Naziler veya Sovyetler tarafından işgalinin yolu açılmıştır. Stalin'in doğru yaptığını savunanlara göre ise, 1937'deki Münih görüşmelerinde açıkça ortaya çıktığı gibi, İngiliz ve Fransız emperyalistleri ve dolaylı olarak da Amerikalılar, Nazileri kışkırtıyorlardı ve onların Sovyetler Birliği'ne saldırısının önünü açmaya çalışıyorlardı. Bu amaçla Avusturya'nın Almanya'ya katılmasına (Anschluss) ve Çekoslovakya'nın işgaline göz yummuş ve onaylamışlardı.Ne var ki, özellikle Çekoslovakya'nın işgalinden sonra Sovyetler Birliği'nin İngiltere ve Fransa ile ilişki kurma çabalarına rağmen bu iki ülke Nazi tehdidini birlikte ortadan kaldırma girişimini reddetti. Böylece Sovyetler Birliği, kendi sınırlarını güvence altına almak için bu protokolü imzaladı. Stalin'in amaçlarına göre, Polonya ve Baltık ülkelerinde oluşturulacak tampon bölgeler, Nazilerin Sovyetler Birliği'ne ulaşmasını engelleyecekti. Böylece 1939 yılında Nazi işgalinden sonra Sovyetler Polonya'nın kalan yarısını işgal edip Estonya, Litvanya ve Letonya'yı sınırlarına kattı. Sovyetler'in kuzeyindeki saatli bomba niteliği taşıyan Finlandiya'ya saldırdı ve büyük kayıplar vermesine rağmen Mart 1940'da Kış Savaşı olarak bilinen bu savaşı da kazandı. 1941'de Hitler'in Sovyetlere saldırması üzerine Stalin bu sefer müttefiklerin yanında yer aldı. Faşizmin yenilmesinde II. Dünya Savaşı'nın en ağır bedeli ödeyen güç olarak (24 milyon ölü) müttefiklerin yanında Nazi Almanyası'na karşı kazandığı zafer uluslararası alanda gücünü ve popüleritesini artırdı.



Sovyetler Birliğini işgal eden Nazi Ordularının Kafkasya petrollerine ulaşabilmek için savaştığı 1942 yılında Nazilere elçiler yollayarak temas sağladıkları ve Nazilere askeri açıdan aktif olarak yardım ettikleri nedeniyle Kırım Tatarlarını Sibirya'ya sürdü. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin savaş sırasında Nazi Almanyası ile yakın ilişkiler tesis ettiğini, Nazi Almanyası ile dış ticareti Alman para birimi "Reichsmark" ile yaptığını, TC banknotlarını Almanya'da bastırdığını, Nazi Almanyası'na paslanmaz çeliğin hammaddesi olan krom sevkiyatı yaptığını,bakan Saraçoğlu'nun ırkçı ve Nazist söylemleri, Sovyetler Birliği'ne dahil olan Kırım ve Kafkasyada askeri harekat yapmakta olan Nazi Ordusunu cephede takip etmek için Türk hükümetinin komutanlar yollaması sebebiyle ilişkiler iyice gerildi. İki Gürcü profesörün Kars ve Ardahan'ın Gürcistan'nın tarihsel topraklarına dahil olduğunu ileri sürmesi Türkiye'deki çevrelerde Sovyetler Birliği'nin bu illeri ilhak etmek istediği şeklinde algılandı ya da bu hükümet taradından bu şekilde lanse ettirildi. Stalin İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının olası bir saldırıya karşı ortak savunulmasını teklif etti. 2. Dünya Savaşı gibi uluslararası bir ortamda bu teklif kulağa çok kötü gelmese de aynı zamanda boğazlarda askeri deniz üsleri anlamına gelecekti ki bu da Türkiye nin Almanya'ya içli dışlı ilişkileriyle uyuşmuyordu. Bu gibi talepler savaş bittikten sonra Türkiye'nin NATO üyeliği veya NATO'dan gelen yardımlar gibi konularda iç ve dış platformlarda propaganda malzemesi yapılmıştır.



Savaştan Sonra



II. Dünya Savaşı'nın sonlarında Kızılordu tarafından Nazi işgalinden kurtarılan Doğu Avrupa ülkelerinde komünist partilerin iktidara gelmesine destek sağladı. Bu ülkelerin kapitalist ekonomiden sosyalist ekonomiye geçmesine ve Sovyetler Birliği'nin tecüblerinden yararlanmalarında yardımcı oldu.



5 Mart 1953'te öldü. Ölümünden sonra Kruşçev ünlü 20. Kongre ile Stalinin yanlışlar yaptığını iddia ederek anti-Stalinizasyon kampanyasını başlattı. Bu kampanya kendisinden sonra gelen Brejnev dönemine kadar sürdü. Daha sonra Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliğinin içinde bulunduğu sorunların sebebi olarak Stalin suçlandı ve anti-tez olarak Glasnost ve Perestroika kavramları gündeme getirildi.




Mezarı ve doğduğu ev




Stalin öldükten sonra naaşı Lenin'in naaşının yanında kalmıştır. Ancak 31 Ekim 1961 tarihinde alınan kararla naaşı Kremlin Duvarı Mezarlığına defnedilmiştir.Doğduğu ev Gürcistan'ın Gori kentinde bulunan Stalin Müzesi kompleksi içerisinde korunmaktadır. Gori kentinde kendisine ait heybetli bir heykel de kent meydanında bulunmaktaydı. 1950 de dikilen 6 metrelik dev heykel, 25 Haziran 2010 tarihinde sessiz sedasız bir şekilde kaldırıldı.Yerine 2008'de Rusya ile savaşta ölenler için anıt yapılacağı açıklanmıştır.


Stalin'den sözler ve anılar




*Oğlu Naziler tarafından esir alındıktan sonra pazarlık malzeme yapılmak için Stalin ile irtibat kuran Nazilere Stalin'in verdiği yanıt:




"O benim için yanlızca bir sovyet askeridir ve bir onbaşı ancak bir onbaşı ile takas edilirAnavatan pazarlığa tabi değildir"




Bunun üzerine oğlu Naziler tarafından kurşuna dizilmiştir.




*Eğer sermaye, Sovyetler Cumhuriyeti'ni dağıtmakta başarılı olursa ne olacak? Bütün kapitalist ve koloni ülkelerde karanlık bir karşı saldırı çağı başlayacak, işçi sınıfının ve ezilenlerin boğazlarına yapışılacak ve uluslararı komünizmin bütün cepheleri kaybedilecektir.




*Yahudi karşıtlığı, ırkçı şovenizmin aşırı bir türü olarak, yamyamlığın en tehlikeli eseridir.




*Yazarlar insan ruhunun mühendisleridir.
26 Ekim 1932'de Sovyetler'in en iyi 50 yazarıyla Maksim Gorki'nin evinde yaptığı toplantıda




-Derlemedir-